sitene türk bayrağı 
www.siirlerinefendisi.tr.gg
   
  KALP GÖZÜ
  Büyü Hakında
 

 

MUSKA

Bazı hastalıkları, kötülükleri ve nazarı uzaklaştırmak için boyna asılan veya üstte taşınan yazılı kağıt; üç köşeli şekilde katlanmış şey; üç köşeli bir nüsha manalarında kullanılır.

Muska kelimesinin aslı "nüsha"dır. Arapça nüsha'dan Türkçeye bu şekilde, değişerek geçmiştir. Buna Kuzey Afrika'da "hurz", Doğu Arabistan'da "hamaya", "hafiz" yahutta "maâza", Türkiye'de "muska", "nusha" veya "hamail" denir. Hadis ve fıkıh kitaplarında, "rukye" olarak geçmektedir.

Muska, genellikle olası bir hastalıktan korunmak veya tedavî amacıyle yazılarak taşınır. Çoğunlukla üçgen biçiminde meşin, teneke, gümüş ve altın kalplar içine konarak boyna asılır ya da kola takılır. Dört köşeli veya kalp biçimiııde kaplara da konan hamail, bütün İslâm dünyasında yaygın biçimde kullanılmaktadır.

Muskalara yalnızca sûre, ayet, hadis veya bir dua yazıldığı gibi, Allah'ın, meleklerin, efsanevî kişilerin adları, anlaşılmaz tılsımlı sözler, simgeler, yıldız işaretleri, rakamlar, rumuz ve işaretler, insan ve hayvan resimleri ile garip harf şekilleri de yazılıp çizilmiştir. Sûre, ayet, hadis ve duanın yazıldığı muskalar İslâm dönemine; diğerleri ise, İslâm'dan önceki batıl inanç ve hurâfelere aittir.

Müslümanlar arasında muskalara 113. sûre olan Felak, 114. sûre olan Nâs, Yasin, Fâtiha süreleri, Âyetü'l-Kürsi (2/256), Âyetü'l-Arş (9/130), diğer çeşitli ayet, hadis ve dualar yazılır.

İslâm fıkhı âlimleri, zararı gideren şeyleri üçe ayırmışlardır: Birincisi, açlık için ekmek yemek ve susuzluk için su içmek gibi kesin olanlarıdır. İkincisi, tıbbî tedâvilerin bir kısmı gibi muhtemel (maznûn) olanlardır ve üçüncüsü de, okuyarak tedâvi gibi, etkisi ihtimalli olanlardır. Zararı gidereceği kesin olan şeyi kullanmak farz ve onu terketmek haramdır. Muhtemel olanı yapmak iyidir. Ancak onu terketmek haram değildir. Üçüncü türünü yapmak da caizdir (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1970, IX, 6395 vd.).

Dolayısıyle İslâm'a göre nazar, korku ve benzeri bazı psikolojik hastalıklar için sûre, ayet, hadis ve duaları okumak ve yazıp bir yere asmak caiz kabul edilmiştir.

Her şeyden önce İslâm dini, insan sıhhâtinin korunmasına ve hastalandığı zaman tedâvî görmesine son derece önem vermiştir. Ebu Hureyre, İbn Abbâs ve İbn Mes'ûd'tan rivâyet edildiğine göre, birisi Hz. Peygamber (s.a.s)'in huzuruna gelerek, "Ya Rasûlallah, gerektiğinde tedâvi olalım mı?" diye sormuş. Hz. Peygamber (s.a.s) bu soru üzerine: "Ey Allah'ın kulları tedâvi olunuz. Yüce Allah ihtiyarlığın dışındaki her hastalığın şifâsını da yaratmış" diye buyurmuştur (Buhârî, Tıb, 1; et-Tirmizî, Tıb, 2;)

Ebu Sâîd kanalıyla rivâyet edilen bir hadiste, Hz. Peygamber (s.a.s)'in muavvizeteyn* (Felak ve Nas) sûreleri nazil oluncaya kadar, insan ve cinlerin nazarlarından Allah'a sığındığı açıklanmaktadır (et-Tirmizî, Tıb, 16; İbn Mace, Tıb, 33).

Hasta olan bir insanın dua etmesi ve okuması câiz olduğu gibi, salih kimselere bunu yaptırmak da câizdir. Hz. Aişe (r.a)'dan şöyle rivâyet edilmiştir: Hz. Peygamber (s.a.s) hasta olan akrabalarının üzerine okuyarak sağ eliyle onları sıvazlar ve şöyle derdi: "Ey Allah'ım, ey insanların Rabb'ı, şu hastalığı götür, şifâ ver, şifâ veren Sensin. Senin vereceğin şifâdan başka şifâ yoktur. Hastalığı ortadan kaldıracak bir şifâ ver" (İbn Mace, Tıb, 35, 36).

Bu ve benzeri rivâyetlere göre, okuma ve yazma sûreti ile tedâvî caizdir. Ancak bunun için bazı şartlar vardır. Bu şartları şöyle sıralamamız mümkündür:

1- Okunan ve yazılan şey sûre, ayet, hadis veya manası anlaşılan dua olacak.

2- Manası bilinmeyen bir takım isim, harf, resim ve işâretler kullanılmayacak. Buna göre, yukarıda anlatılan ikinci çeşit muskalar İslâm'a göre haram ve yasaktır.

3- Tıbbi tedâvide olduğu gibi, burada da şifâ verenin yalnız Allah olduğuna inanılacak; O'ndan başkasından hiç bir şey umulmayacaktır.

4- Sevdirmek veya nefret ettirmek gibi, tedâvi ile alakası olmayan şeyler için yapılmayacaktır (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, IX, 6397).

Dikkat edilecek diğer bir husus da muska yazarken veya yazdırırken, İslâm'a muhalif olan her şeyden uzak durmak gerekir. Ölçü İslâm ve niyet Allah'ın rızası olmalıdır.

Âlimlerin çoğunluğu, okuma veya yazma yolu ile tedâviden ücret almayı câiz görmüş bunu haram kabul etmemişlerdir (et-Tirmizî, Tıb, 20; el-Aynî, Umdetu'l-Kari, V, 647). Ancak bunu istismar etmemek gerekir.

Yukarıdaki şartlara uygun olarak yazılan muskaları kullanmak ve taşımak (caizin terki ise evlâdır). İslâm dini açısından herhangi bir sakıncası yoktur; fakat bu şartlara aykırı olarak yazılan ve taşınan muskalar, Allah'a ortak koşma (şirk) anlamına geleceğinden, kesinlikle yasaklanmış, haram kabul edilmiştir.


 

 

Sevgili ziyaretçiler, "Sihir (yani büyü) ve Hüddam" isimli bir konuyu inşaallah sizlere anlatacağız. Bir Allah var. Allah'ın Rabbanî ilmi var; biz size onu öğretmekle mükellefiz. Hidayet, bu Rabbanî ilmin en büyük kavramıdır ve görevimiz hidayetin sizlere öğretilmesidir, dünyaya öğretilmesidir; ama Allah'ın bu Rabbanî ilminin yanında bir de zülmanî ilimler var. Şeytanın karanlık ilimleri... Nerede şeytan varsa, orada haksızlık vardır, orada adaletsizlik vardır, orada zulüm vardır. Hakkın sahibinin değil, kuvvetin sahibinin hakimiyeti vardır, herşey en kötü şekilde oluşur. Bütün insanlar mutsuzdur ve huzursuzdur; yani tıpkı iblis gibi. Ama zülmanî ilimler de ilimdir.

Nereden başlıyor bu olay?

Sevgili ziyaretçiler, Harut'la Marut isminde iki tane melek, Âdem (A.S) yaratıldıktan sonra Allahû Tealâ'ya müracaat ediyorlar. Diyorlar ki:

"Sen emrettin, biz de Âdem (A.S)'a secde ettik, ama aslında biz bunun gerçek anlamını kavrayamadık. Biz onun yapamadığı şeyleri yapabiliriz, biz ondan üstün değil miyiz?"

Allahû Tealâ buyurdu ki:"Hayır, siz ondan üstün değilsiniz, o sizden üstün."

Melekler dediler ki:"Sen Allah'sın. Öyle söylüyorsun, kesinlikle biz buna inandık; ama neden üstün?"

Allahû Tealâ buyuruyor ki:"Biz ona nefs verdik. O nefsi ile olan cihadını kazandığı an, sizden üstün birisi olacaktır. Kazanamasaydı, sizden daha geride olacaktı."

İki melek diyorlar ki:"Yani Yüce Allah'ım (diyorlar), bu Âdem'i bizden üstün kılan onlara verdiğin nefs mi, ona verdiğin nefs mi?"

"Evet" diyor Allahû Tealâ.

"Öyleyse (diyorlar) bize de ver. Biz sana ondan üstün olduğumuzu ispat edelim."

Allahû Tealâ buyuruyor ki:"Siz (diyor) nefsle yapamazsınız, bu işi başaramazsınız."

Ama bizim Harut'la Marut, iki kafadar melek tutturmuşlar:"İlle de ille biz nefsi istiyoruz."

Allahû Tealâ demiş ki:"Peki, o zaman kendi iradenizle hareket edeceksiniz, işte serbest iradeniz, işte müsaadeniz. Nefsi de size verdim. Hadi bakalım, şimdi inin aşağı."

İki melek Allahû Tealâ'ya bunları söyleyene kadar dünya üzerinde binlerce yıl geçmiş ve Babil şehri kurulmuş. Harut'la Marut isminde bu iki tane melek, Babil şehrine inmişler ve bir kadına kötü bir şey yapmışlar. Nefsleri var tabiî. Dayanamamışlar nefslerinin talebine, arzusuna. Onun üzerine kadının eşi, öfkelenerek, şiddetle gelmiş iki meleğe çatmış: "Siz benim karıma nasıl bunu yaparsınız" diye. Bizim Harut'la Marut, nefslerinin öyle bir tesiri altındalar ki; adamı oracıkta öldürmüşler ve bu süre sadece iki ay. İki melek, nefsle yaşamaya iki ay dayanabilmişler.

Ama bu iki ayda Babil şehrinde çok şeyler olmuş. Harut'la Marut, oradaki insanlara büyüyü, sihri, hüddamı anlatmışlar. Onlara demişler ki:"Sakın bunu kullanarak kâfir olmayın. Gideceğiniz yer, böyle bir şey kullandığınız anda hiçbir şey sizi cehennemden, cehennemin en alt katından kurtaramaz. Ama, sadece ilim öğrenmek için buradaysanız, bu bir zülmanî ilimdir, şeytanla ilişki kuran bir ilimdir. Biz size bunu öğretiriz, ama kullanmamayı şiar edinirseniz öğretmemiz uygun olur. Israr ederseniz, gene öğretiriz, ama bizim tavsiyemiz kesinlikle bu ilmi kullanmayın."

İşte âyet-i kerime Bakara 102. Allahû Tealâ diyor ki:

2/BAKARA-102: Vettebeû mâ tetluş şeyâtînu alâ mulki suleymân(suleymâne), ve mâ kefere suleymânu ve lâkinneş şeyâtîne keferû yuallimûnen nâses sihrâ, ve mâ unzile alel melekeyni bi bâbile hârûte ve mârût(mârute), ve mâ yuallimâni min ehadin hattâ yekûlâ innemâ nahnu fitnetun fe lâ tekfur, fe yeteallemûne minhumâ mâ yuferrikûne bihî beynel mer'i ve zevcih(zevcihî), ve mâ hum bi dârrîne bihî min ehadin illâ bi iznillâh(iznillâhi), ve yeteallemûne mâ yedurruhum ve lâ yenfeuhum, ve le kad alîmû lemeniş terâhu mâ lehu fil âhireti min halâ(halâkın), ve le bi'se mâ şerav bihî enfusehum, lev kânû ya'lemûn(ya'lemûne).
Süleyman'ın mülkü üzerine onlar, şeytanların okuduğu (anlattığı, tilâvet ettiği) şeylere uydular (tâbî oldular). Oysa Süleyman, (sihir yapmadı ve) kâfir olmadı. Fakat şeytanlar, insanlara sihri öğretmekle kâfir oldular. Babil (şehrin)deki iki melek (olan) Harut ve Marut'a indirilen şeyleri (öğretiyorlardı). Oysa onlar: "Biz (im bilgimiz, sizin için) sadece bir fitne, bir imtihandır. Sakın (sihir ilmini öğrenerek) kâfir olmayın." demedikçe hiç kimseye bunu öğretmezlerdi. O zamanlar (sihir meraklıları ve onu geçim vasıtası yapanlar) o ikisinden erkek (koca) ile karısının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı. Halbuki onlar, Allah'ın izni olmadan onunla (sihirle) hiç kimseye zarar veremezlerdi. Zaten onlar kendilerine fayda verecek şeyleri değil, zarar verecek şeyleri öğreniyorlardı. Andolsun ki; onlar onu (sihri ve ona ait bilgileri) satın alan (ve onunla çıkar sağlayan) kimse için ahirette bir nasip olmadığını bilirlerdi. Kendi nefslerini, onunla ne kötü bir şeye sattıklarını onlar keşke biliyor olsalardı.

"Süleyman'ın mülkü üzerine onlar; şeytanların okuduğu (yani anlattığı, tilâvet ettiği) şeylere uydular." Harut'la Marut ismindeki bu iki melek. "Oysa Süleyman sihir yapmadı ve kâfir olmadı, fakat şeytanlar insanlara sihir öğretmekle kâfir oldular. Babildeki, Babil şehrindeki iki melek olan Harut ve Marut'a indirilen şeyleri öğretiyorlardı." "Oysa onlar (yani Harut'la Marut); 'Biz, bizim bilgimiz sizin için sadece bir fitne, bir imtihandır. Sakın sihir ilmini öğrenerek kâfir olmayın' demedikçe hiç kimseye bunu öğretmezlerdi." Şeytanlar o devrede insanlarla beraberdiler ve Hazreti Süleyman, şeytanları ev yaptırmak da dahil olmak üzere birçok işte açık bir şekilde kullanmıştır, cinleri de kullanmıştır.

Ve Hazreti Süleyman'ın öldüğü anda bakın ki; Hazreti Süleyman ayaktaydı, asasına dayanıyordu ve günlerce hiç kımıldamadı. Ama bir kemirici böcek, onun asasını kemirdi, kemirdi, sonunda asa Hazreti Süleyman'ın ağırlığına dayanamadı ve ikiye ayrıldı, Hazreti Süleyman da o zaman düştü, cinler onun ölü olduğunu, öldüğünü ancak o zaman anlayabildiler. Demek ki Harut'la Marut, insanlara bunu mutlaka söylüyorlardı.

"Sakın bunu öğrenmeyin, bu sizin için bir imtihandır ve bize kalsa biz size bunu öğretmeyiz. Sakın bunu öğrenerek kâfir olmayın; bunu öğrenen mutlaka kâfir olur."

Neden kâfir olur? O kişi şeytanî öğretinin artık içine girmiştir. İblisin elinde oyuncak olur, yani iblisin, şeytanın adımlarına tâbî olur. İblisin adımlarına tâbî olan kişi ise hidayette de olsa bu adımlara tâbî olduğu için hidayetten düşer. Allah'tan şüphe etmek, Allah'ın âyetlerinden şüphe etmek, Resûl'den şüphe etmek. Bu üç tane faktörden bir tanesi o kişide mutlaka oluşur, şeytanla ilişkisi kuvvetlenince ve böylece o kişi fıska düşer, şeytanın adımlarına tâbî olur, hevasına tâbî olur, dalâlete düşer, fıska düşer ve aynı zamanda küfre düşer. İşte "Sakın bunu yapmayın da kâfir olmayın." sözü bunu anlatıyor, bu sihri. (Yani zamanımızda "büyü" deniyor, bazı yerlerde "ilaç" deniyor adına; meselâ Denizli'de ilaç diyorlar.)

Büyü yapmak, Allah'ın kesinlikle yasak ettiği bir zülmanî ilimdir; ama ilimdir. Ve büyü diye bir şey vardır ve çok zararlıdır insanlara. Eğer sevgili ziyaretçiler, evinizde bir odaya girdiğiniz zaman o odada sıkıntı duyuyorsanız, o odada huzursuz oluyorsanız, odadan çıktığınız zaman huzursuzluk geçiyorsa, bilin ki o odada sizin için yapılmış bir büyü mutlaka vardır. Büyü kendisini mutlaka tesir hissettirir. Evinizin hangi odasındaysa o odayı tepeden tırnağa arayacaksınız, o büyüleri oradan alacaksınız, büyü vasıtalarını. Büyü yapılan kişi, büyünün cinsine göre bariz bir huzursuzluğunun içine yuvarlanır. Öyle büyü vardır ki; insanı öldürür.

On yıl kadar evvel, bir dergide; bir yazı çıkmıştı. Bir büyücü; kendisine soruluyor, röportaj yapılıyor büyücüyle.

Diyorlar ki:

"Siz büyüyle bir insanı öldürür müsünüz?"

"Öldürürüm" diyor.

"Peki ama siz Allah'ın verdiği bir hayatı nasıl alırsınız? Bunu yapmanız yanlış değil mi?" diyor röportaj yapan röportör .

Diyor ki büyücü:

"Sizin değer ölçüleriniz, ahlak yargılarınız beni hiç mi hiç ilgilendirmez. Kim bana gelir de parayı bastırırsa, benden falancanın öldürülmesini isterse; ben onu gerçekleştiririm, hiçbir şekilde iz olması da mümkün değildir, o kişi kıvranarak ölür."

"Bundan huzursuzluk duymaz mısınız?" sualine, "Hayır." cevabını veriyor.

"Sizin değer yargılarınız beni hiç alâkadar etmez." diyor.

"Benim kanunum budur." diyor.

Yani şeytandan emir alan birisi. Öyleyse ölüme kadar götüren büyüler var. Sevgili ziyaretçiler, devam edelim âyet-i kerimeye, sonra da bu "Büyüden, sihirden kurtuluş var mı, hüddamdan kurtuluş var mı?" ona geçelim. Bir defa daha hatırlayalım:

'Sakın sihir ilmini öğrenmek suretiyle kâfir olmayın.' demedikçe hiç kimseye bunu öğretmezlerdi." diyor. Harut'la Marut, bunu hiç kimseye öğretmezlerdi. "O zamanlar sihir meraklıları ve onu geçim vasıtası yapanlar, o ikisinden (yani Harut'la Marut'tan) erkek (koca) ile karısının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı (yani büyü öğreniyorlardı). Halbuki onlar, Allah'ın izni olmadan onunla (sihirle) hiç kimseye zarar veremezlerdi." Âyetin burasında duralım.

Bir defa daha okuyalım:

"Halbuki onlar, Allah'ın izni olmadıkça, onunla (yani sihirle) hiç kimseye zarar veremezlerdi."

Acaba Allahû Tealâ ne demek istiyor?

Şunu demek istiyor sevgili kardeşlerim:

Kim Allah'a ulaşmayı dilerse, Allah ona 10 tane ihsan verir arka arkaya. Gözlerindeki hicab-ı mestureyi alır, kulaklarındaki vakrayı alır, kalbindeki ekinneti alır, yerine ihbat koyar, kalbine ulaşır o kişinin, kalbin nur kapısını Allah'a çevirir, o kişinin göğsünden kalbine nur yolunu açar, o kişiyi huşûya ulaştırır. O kişiye irşad makamını gösterir ve 10. ihsanı irşad makamını göstermektir. O kişi irşad makamına gider de Allah'ın kendisine verdiği mürşid sevgisiyle o mürşide tâbî olursa, önünde diz çöküp tövbe ederse, tâbiiyetini gerçekleştirirse; Devrin İmamı'nın ruhu, o kişinin başının üzerine gelir ve yerleşir; (Mucadele 22.) Diyor ki Allahû Tealâ:

58/MUCADELE-22: Lâ tecidu kavmen yu'minûne billâhi vel yevmil âhıri yuvâddûne men hâddallâhe ve resûlehu ve lev kânû âbâehum ev ebnâehum ev ihvânehum ev aşîretehum, ulâike ketebe fî kulûbihimul îmâne ve eyyedehum bi rûhin minh(minhu), ve yudhıluhum cennâtin tecrî min tahtihel enhâru hâlidîne fîhâ, radıyallâhu anhum ve radû anh(anhu), ulâike hizbullah(hizbullahi), e lâ inne hizballâhi humul muflihûn(muflihûne).
Allah'a ve ahiret gününe (ölmeden evvel Allah'a ulaşmaya) îmân eden kavmi, Allah'a ve resûlüne karşı gelenlerle sevişir bulamazsın. Velev ki; onlar, babaları veya oğulları veya kardeşleri veya aynı aşiretten olsun. Onların kalplerine îmân yazılır. Ve onlar, Allah'ın katından (orada eğitilmiş olan) bir ruhla (devrin imamının ruhunun başlarının üzerine yerleşmesi ile) desteklenirler ve altlarından ırmaklar akan cennetlere konurlar. Orada ebediyyen kalacaklardır. Allah onlardan razıdır, onlar da Allah'tan razıdırlar. İşte onlar, Allah taraftarıdırlar. Ve muhakkak ki; Allah, taraftarları kurtuluşa (felâha) erenlerdir.

40/MU'MİN-15: Refîud derecâti zul arş(arşi), yulkır rûha min emrihî alâ men yeşâu min ıbâdihî li yunzire yevmet telâk(telâkı).
Dereceleri yükselten ve arşın sahibi olan Allah, kullarından (Kendisine ulaştırmayı) dilediği kişinin (Allah'a ulaşmayı dilediği için Allah'ın da Kendisine ulaştırmayı dilediği kişinin) üzerine (başının üzerine) Allah'a ulaşma gününün geldiğini (o kişinin ruhuna) ihtar etmek için, emrinden (Allah'ın emrini tebliğ edecek) bir ruh ulaştırır.

"Arşın sahibi olan ve dereceleri yükselten Allah, kullarından lâyık olanların başının üzerine emrinden, emrini tebliğ etmek üzere ruh gönderir." Diyor. Devrin İmamı'nın ruhunu. "Ve o kişiye (yani o kişinin ruhuna, başının üzerine geldiği kişinin ruhuna): 'Senin Allah'a ulaşma günün, yevm'üt talâkın geldi' diye onu uyarmak için" diyor Allahû Tealâ.

İşte Devrin İmamı kimin başının üzerine gelirse o ruh, bir muhafızdır. Önden arkaya doğru uzanarak kişinin iki ellerinin arasındaki saha içerisinde yani dışarıda değil, iki ellerinin arasındaki saha içinde boydan boya, önden arkaya doğru uzanır.

Ve ne yapar?

Muhafız olur. Kaf Suresinin 31 ve 32. âyetlerinde Allahû Tealâ diyor ki:

50/KAF-31: Ve uzlifetil cennetu lil muttekîne gayre baîd(baîdin).
Cennet, takva sahipleri için uzak olmayarak yaklaştırıldı.

50/KAF-32: Hâzâ mâ tûadûne li kulli evvâbin hafîz(hafîzin).
İşte vaadolduğunuz şey (bu cennettir). Bütün evvab (Allah'a ruhu ulaşmış ve sığınmış) ve hafîz (başları üzerinde devrin imamının ruhunu muhafız olarak taşıyan) olanlar için.

Rad Suresinde Allahû Tealâ diyor ki:

13/RAD-11: Lehu muakkibâtun min beyni yedeyhi ve min halfihî yahfezûnehu min emrillâh(emrillâhi), innallâhe lâ yugayyiru mâ bi kavmin hattâ yugayyirû mâ bi enfusihim, ve izâ erâdallâhu bi kavmin sûen fe lâ meredde leh(lehu), ve mâ lehum min dûnihî min vâl(vâlin).
Onları (o kavimdekileri), önünden ve arkasından (önden arkaya doğru uzanan) takip edenler (devrin imamının ruhları) vardır. Allah'ın emrinden olup, onları korurlar. Muhakkak ki; Allah, onlar nefslerinde olan şeyi (hidayette kalma konusundaki niyetlerini) bozmadıkça, bir kavimde olan şeyi bozmaz (devrin imamının ruhunu başlarının üzerinden almaz). Ve Allah, bir kavme ceza vermeyi dilediği zaman, artık onu reddedecek (mani olacak kimse) yoktur. Ve onlar için, ondan başka koruyan bir dost yoktur.

"Biz onların başlarının üzerine muhafız getiririz, o kavmin (yani tâbî olanların topluluğuna kavim diyor Allahû Tealâ) davranış biçimleri onlar tarafından tayir edilmedikçe (yani değiştirilmedikçe, kötüye döndürülmedikçe; yani onlar fıska düşmedikçe) biz onların başlarının üzerinden bu muhafızı almayız." diyor Allahû Tealâ.

Öyleyse, kimin başının üzerinde devrin imamının ruhu gelip yerleşmişse... Mucadele 22'de Allahû Tealâ diyor ki:

58/MUCADELE-22: Lâ tecidu kavmen yu'minûne billâhi vel yevmil âhıri yuvâddûne men hâddallâhe ve resûlehu ve lev kânû âbâehum ev ebnâehum ev ihvânehum ev aşîretehum, ulâike ketebe fî kulûbihimul îmâne ve eyyedehum bi rûhin minh(minhu), ve yudhıluhum cennâtin tecrî min tahtihel enhâru hâlidîne fîhâ, radıyallâhu anhum ve radû anh(anhu), ulâike hizbullah(hizbullahi), e lâ inne hizballâhi humul muflihûn(muflihûne).
Allah'a ve ahiret gününe (ölmeden evvel Allah'a ulaşmaya) îmân eden kavmi, Allah'a ve resûlüne karşı gelenlerle sevişir bulamazsın. Velev ki; onlar, babaları veya oğulları veya kardeşleri veya aynı aşiretten olsun. Onların kalplerine îmân yazılır. Ve onlar, Allah'ın katından (orada eğitilmiş olan) bir ruhla (devrin imamının ruhunun başlarının üzerine yerleşmesi ile) desteklenirler ve altlarından ırmaklar akan cennetlere konurlar. Orada ebediyyen kalacaklardır. Allah onlardan razıdır, onlar da Allah'tan razıdırlar. İşte onlar, Allah taraftarıdırlar. Ve muhakkak ki; Allah, taraftarları kurtuluşa (felâha) erenlerdir.

Onların üzerine, başlarının üzerine Allah'ın katından ruh gönderilir ve o ruhla onlar desteklenirler, yed edilirler, bir başka ifadeyle muhafaza altına alınırlar. Sonra? Ve onların kalplerinin içine îmân yazılır diyor. Yani onlar mü'min olurlar.

Kimin başının üzerinde devrin imamının ruhu oluşursa, kimin böylece kalbine îmân yazılmışsa, başının üzerinde kim muhafız taşıyorsa onlar hafîz olanlardır, muhafaza altına alınmış olanlardır, Allah'ın müsaade vermedikleridir bunlar. Maide Suresinin 105. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor ki:

5/MAİDE-105: Yâ eyyuhellezîne âmenû aleykum enfusekum, lâ yadurrukum men dalle izehtedeytum ilâllâhi merciukum cemîân fe yunebbiukum bimâ kuntum ta'melûn(ta'melûne).
Ey âmenû olanlar! Nefsleriniz, üzerinizedir (bir borçtur, nefsinizin sorumluluğu üzerinizedir). Siz hidayette iseniz, dalâletteki bir kimse size bir zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah'adır. O zaman yapmış olduğunuz şeyleri, size haber verecektir.

Nefs Tezkiyesi ne zaman başlar?

Ne zaman 10 tane ihsan alırsanız Allah'a ulaşmayı diledikten sonra ve tâbî olursanız, o noktada başınızın üzerine devrin imamının ruhu gelir. Gelirse nefs tezkiyesine başlayabilirsiniz.

Neden?

Çünkü, ancak o geldikten sonra kalbinize îmân yazılır Mucadele Suresinin 22. âyet-i kerimesine göre. Kalbinizin içine îmân yazılmazsa nefs tezkiyesine başlayamazsınız. Nefs tezkiyesi demek, zikir yaptığınız zaman Allah'ın katından gelen rahmetin, fazlın ve salâvâtın göğsünüzden kalbinize açılmış olan yolu takip ederek kalbinize ulaşması demek ve kalbinize girdikten sonra da îmân kelimesinin çekim gücüne 3 tane nurdan (rahmet, fazl ve salâvât) fazılların îmân kelimesinin manyetik alanına tâbî olarak îmân kelimesinin etrafında yerleşmesi, kalbin içinde yer tutması, bir daha oradan ayrılmaması demek.

Bunların ayrılmaması neyi ifade eder?

Ayrılmaması, bir muhteva taşıyor sevgili ziyaretçiler. Nefsinizin kalbinde yerleşen bu faziletler, yerleştikleri alan kadar, saha kadar, hacim kadar karanlıkları, nefsin afetlerini, şeytana esir olan kesimi, şeytanla aynı davranışlarda bulunacak olan kesimi, nefsinizin afetlerini kapı dışarı eder.

İşte bu nefsinizin kalbinde faziletlerin birikimi her %7 arttıkça, ruhunuz da Allah'a doğru bir yolculuğa çıkar. Nefsinizin kalbinde %7 nur birikimi Nefs-i Emmare kademesini, ikinci defa %7 nur birikimi Nefs-i Levvame kademesini, üçüncü, dördüncü, beşinci, altıncı, yedinci defa %7 nur birikimleri, Mülhime, Mutmainne, Radiye, Mardiyye ve Tezkiye kademelerini ifade eder. O noktada nefsinizin kalbinde %51 nur birikimi sağlanmıştır. Ruhunuz Allah'a ulaşmıştır. Allah'ın evliyası olmuşsunuzdur. Ama başınızın üzerinde muhafızın oluştuğu yer, 14. basamaktır; nefs tezkiyesine başladığınız nokta.

Öyleyse sadece nefs tezkiyesi yapabildiğiniz zaman, nefsiniz de hidayet üzere olduğu zaman; aynı anda ruhunuz da hidayet üzeredir, nefsiniz de hidayet üzeredir. O zaman diyor Allahû Tealâ: "Dalâlette olanlar size bir zarar veremezler." Başınızın üzerinde Devrin İmamı'nın ruhu olduğu için, zarar veremezler. Öyleyse şeytanın ne büyüsü, ne hüddamı Allah'ın dostlarına, bizim dostlarımıza zarar veremezler.

Kimdir onlar?

Tâbî olanlar. Kim tâbî olmuşsa, şeytanın büyüsü ve hüddamı onlar için geçerli değildir. İşte, Allahû Tealâ'nın dizaynı bu dizayn. Ne diyor Allahû Tealâ? Halbuki onlar, Allah'ın izni olmadan, onunla (sihirle) hiç kimseye zarar veremezlerdi. Nasıl? Anlattığımız şekilde, zarar vermeleri mümkün değil. Kim Allah'a ulaşmayı dilemişse, kim Allahû Tealâ'dan (Allah'a ulaşmayı diledikten sonra mutlaka 10 tane ihsan alacaktır) 10 tane ihsan almışsa, kim bu ihsanlarla mürşidine ulaşmış, tâbî olmuşsa, (Allah göstermiştir mürşidi, mürşid sevgisini Allah vermiştir.) o tâbî olduğu anda başının üzerine devrin imamının ruhu gelir ve yerleşir. Yerleştiği andan itibaren o kişiye büyü, sihir hiçbir şekilde tesir etmez.

Öyleyse sihrin yapılabileceği insanlar var, yapılamayacağı insanlar var. Sihrin, eğer size sihir yapılabilmişse, o zaman yolda olmadığınız bir devrede, Allah'a ulaşmayı dilemediğiniz bir devrede bu yapılmıştır. Öyleyse unutmayın ki; kuvvetli olan şeytan değildir. Kuvvetli olan, Allah'tır. Kuvvetli olan Allah'tır ki; tatbikatıyla, şeytanın insanlara musallat olmasına mani oluyor. Mani olucu güç ise, Devrin İmamı'nın ruhu, muhafız.

Andolsun ki onlar (yani sihir yapanlar) onu (sihri) ve ona ait bilgileri satın alan ve onunla çıkar sağlayan kimse için ahirette bir nasip olmadığını bilirlerdi. Cehennemin en aşağı katına gidecek olanlar onlardır. İşte bu büyü ile kör bir intikam arzusu yüzünden başka insanların devamlı ıstırap çekmeleri, bu şeytanın hoşlandığı bir şeydir.

Kim huzursuz olmuşsa, ıstırap çekmişse, şeytan bundan sadece hoşlanır. Zalim bir mahlûktur, zulmü bütün boyutlarıyla kullanabilen bir mahlûktur ve söylediğimiz gibi şeytana tapan bir insan, başka bir insanı rahatlıkla öldürebilir, büyüyle öldürebilir, onun dışında bilerek isteyerek cinayet işleyerek öldürebilir; bunlar her şeyi yaparlar. Kendi nefslerini onunla ne kötü bir şeye sattıklarını, onlar keşke biliyor olsalardı. Nefslerini sihir, yani büyü öğrenerek ve hüddam öğrenerek ne kadar kötü bir şeye sattıklarını bilmeden bu dünyada yaşarlar; ancak öldükleri zaman akılları başlarına gelir.

İşte bugün bilgisayarlarda boy boy, adamlar reklam yapıyorlar, şeytana tapanlar. Sevgili kardeşlerim düşünebiliyor musunuz? Tüylerim diken diken oluyor. Adamlar, kendilerinden daha aşağıda bir mahlûka tapıyorlar. Allah'ın indinde şeytan, Âdem (A.S)'dan daha aşağıdaydı. Âdem (A.S) ise sadece Allah'ın 99 Esmâ-ül Hüsnâ'sını öğrenmişti, Allah'ın isimlerini; üstünlüğü o kadardı. Ama bu ona ait olan üstünlük. Bir de kendisine Allah'ın verdiği üstünlük var, ruh taşıyor. Hazreti Âdem'de Allah'ın Ruhu vardı, hepimizde vardı ve bir kısmımız onu Allah'a hamdolsun ki ulaştırmayı başardık.

Aranızda hamdolsun ki çoğunuz, ruhlarını Allah'a ulaştırmış olanlarsınız. Sizlerle iftihar ediyoruz sevgili öğrenciler. Üniversitemizin öğrencilerinin çoğu hamdolsun ki; Allah'ın evliyaları.

Evliya kelimesi, aslında kendisi çoğuldur, velîler demektir, velî de dost demek. Evliyaullah, Allah'ın dostları demek, Allah'ın velîleri demek. Ama evliya kelimesi dilimize tekil olarak girmiş.

"Hacı Bayram Velî mi dediniz? (derler) Ha o Allah'ın evliyasıdır." Halbuki evliya kelimesi çoğul, ama bizim dilimizde tekil olarak da kullanılıyor. Onun için, evliyalar dediğiniz zaman, bunu ciddi bir yanlışlık saymaz insanlar; çünkü evliya kelimesi büyük çoğunluk tarafından tekil olarak kullanılmaktadır.

Peki, eğer insanlar bu hüddamdan ve büyüden kurtulabilecekse neden kurtulmuyorlar?

Şeytan onları engellediği için. İblis biliyor ki; eğer insanların hepsi tâbî olmuş olsaydı, şeytan hiçbirisine hiçbir kötülüğü yapamayacaktı. Kötülüğünü devam ettirebilmek için insanlardan intikamını alıyor. Âdem (A.S)'a karşı duyduğu kini insanlık tarihî boyunca bütün insanlardan intikam alarak eritmeye çalışıyor. Azgın bir mahlûk. Kendini Âdem (A.S)'dan daha üstün sayarken, onun ruhla teçhiz edilmesi ve kendisinden üstün olması, şeytanı çileden çıkardı ve Âdem (A.S)'ın önünde secde etmedi ve Allah'ın huzurundan kovuldu. Sonsuz cehenneme mahkum edildi ve o da Âdem (A.S)'dan intikam almayı ve onun zürriyetinden intikam almayı kendisine hedef edindi.

İşte sevgili ziyaretçiler, şeytanın size zarar veremeyeceği bir sığınağa sizler sığındınız ama sığınmayanlar da var. Onlar için çare, Allah'ın emrine uymak, Allah'a ulaşmayı dilemek. Dileyenleri mutlaka Allahû Tealâ mürşidini gösterecek ve mürşidine ulaştıracaktır. Allah'ın gösterdiği mürşide ulaşan ve tâbî olan herkesin başının üzerinde mutlaka devrin imamının ruhu oluşur ve sihir, büyü ya da Anadolu'nun birçok yerlerinde kullanılan ilaç hiç kimseye o zaman, bu insanlardan hiçbirine tesir edemez.

Gelelim hüddam müessesesine sevgili kardeşlerim. Hüddam nedir? Hüddam, cinlerin bir zülmanî ilimle, insanların üzerine saldırtılmasıdır. Nasıl biz insanlarda hidayet üzere olanlar var; hidayet üzere olamayanlar, dalâlette olanlar var, cinlerde de öyle. Unutmayın ki şu anda gayp âleminde yaşayan cinlerden kimler hidayet üzerelerse, onların hepsinin başının üzerinde Devrin İmamı'nın, bir insanın ruhu var. Bir cinin ruhu yok, cinlerin zaten ruhları olmaz.

Hangi cin mürşidine tâbî olursa, tâbî olduğu an, onun başının üzerinde devrin imamının ruhu oluşur. O cin muhafaza altındadır. Şeytan ve onun cin şeytanlara olan hempaları, veya şeytan şeytanlara olan hempaları, veya insan şeytanlara olan hempaları o cini kontrol altına alamazlar, cin muhafaza altındadır. Öyleyse şeytanın bu cinleri kullanarak insanlara zarar vermesi, hiçbir zaman mümkün değildir.

Öyleyse, hangi cinleri kullanır?

Allah'a ulaşmayı dilemeyen, başının üzerinde Devrin İmamı oluşmamış, vücuda gelmemiş olan cinler şeytanın takımındadır. Ne diyordu cinler Cin Suresinin 14. âyet-i kerimesinde?

72/CİN-14: Ve ennâ minnel muslimûne ve minnel kâsitûn(kâsitûne), fe men esleme fe ulâike teharrev reşedâ(reşeden).
Muhakkak ki; bizlerden Allah'a teslim olanlar da var, (kalpleri) kasiyet (bağlamış) olanlar da var. Kim (Allah'a) teslim olmayı dilerse, mürşidini arar.

İşte, Allah'a ulaşmayı ve böylece Allah'a teslim olmayı dileyenler, mürşidlerini arıyorlar ve tâbî oluyorlar. Tâbî oldukları andan itibaren, birkaç aylık bir zaman devresi içinde, onlar da Allah'ın evliyası oluyorlar. Ruhları Allah'a ulaşmıyor ama nefslerinin kalbinde %51 nur birikimi oluyor. Yani %50'den fazla güzellikleri işleyen bir hüviyet kazanıyor bütün cinler ve onlar da muhafaza altında. Muhafaza altında olan, başının üzerinde Devrin İmamı'nın ruhu bulunan hiçbir cini, hiçbir hüddamcı kontrol altına alamaz.

Peki ya olmayanlar?

Onlar tehlikede. Bu hüddam yapan cinci hocalar, cinleri emirlerine alıp da insanlara saldırtanlar; bunlar, o cinlerle pazarlık ediyorlar;

"Eğer emrimi yerine getirmezsen seni yakarım." diyorlar. Cinler yanarak ölüyorlar.

Öyle bir durum düşünün ki; cin Allah'ın yolunda değil, müdafaasız zavallı bir mahlûk ve iblis onu ele geçiriyor. Başka insanların üzerine saldırtıyor. Ve ele geçirdiği cinlerin nefslerindeki afetleri, daha da azdırıyor, konsantre kılıyor. Gönderdiği karanlıklarla, cinlerin kalplerini (ruhları yok sadece nefsleri var) daha da karanlık bir hale getiriyor. Ve kalpleri kararan bu cinler, daha vahşi bir hüviyet kazanıyor ve insanlara daha çok kötülük yapmak üzere, şeytan tarafından devamlı dolduruluyor ve aşağı doğru olan bir yolda, daha karanlığa, daha karanlığa, daha karanlığa itiliyorlar. Hüddam müessesesi, ciddi bir müessese sevgili kardeşlerim.

Bir insan, etrafında cin bulunduğunu nasıl anlayabilir? Kulağının dibinde fısıltılar duyar. Cinler, onlara bir şeyler söyler fısıltıyla. Yetmez, odanın içinde, baktığı zaman direk olarak görmediği ama bir başka tarafa bakarken gözünün yan tarafından geçmekte olan birtakım karaltılar seçmeye başlar. Kulağın dibindeki fısıltılar ve etraftaki net olarak görünmeyen fakat geçtiğini hissettikleri bir şeyler, birtakım canlılar.

İşte onlar sizin dışınızdaki cinlerdir. Cinlerin de Allah'ın dostu olanları var, Allah'ın düşmanı olup şeytanın dostu olanları var. Bu cinlerin hangileri olduğunu bilemezsiniz ama sevgili kardeşlerim dikkat edin ki; cinler insanların içine girmesin. Eğer Allah'a ulaşmayı dilememiş bir kişi, bizim kardeşlerimizden birine tâbî olduysa, onun tâbiiyeti geçersizdir. Allah'a ulaşmayı dilemediği için, hiçbir zaman 10 tane ihsan almamıştır Allahû Tealâ'dan. Ve mürşide ulaştığı zaman da Allah'a ulaşmayı dilemediği için, devrin imamının ruhu hiçbir zaman onun başının üzerine gelmeyecektir. Gelmediği için, başının üzerinde muhafız taşımadığı için, o muhafızsızdır.

Bizim kardeşlerimizden birisine tâbî olmuştur; ama aslında bu tâbiiyet gerçekte yoktur, tâbî olduğunu zannetmiştir sadece. Ve iç dünyası Allah'a ulaşmayı dilemiyor. Böyle bir talebin sahibi değil kişi ve başının üzerinde devrin imamının ruhu yok, koruyucu kalkan yok, muhafız yok başının üzerinde. İşte, bu türdeki insanların içine, ne yazık ki cinler girebiliyor. 3 çeşit insan var hüddam açısından.

1-Hangi standartlar içinde olursa olsun içine cin giremeyen insanlar. Bunların maiyeti Allah'a dönük bir kalbe sahip olmaları sadece, diye düşünüyoruz. Başka bir sebep bilmiyoruz. Başının üzerinde Devrin İmamı'nın ruhu olmadığı halde, bazı insanların içine cinler giremiyorlar.

Ama normal insan, bu bilmediğimiz sebeple içine cinlerin giremediği insanların dışında kalan normal insanların vücuduna her zaman cinler girebilirler.

Bu cinlerin girdiği insanlar da iki gruba ayrılıyor:

1- Trans halinde içlerine cin girebilen. Trans olayı boyunca o vücudu kullanan cinler trans olayı tamamlandığında, bittiğinde vücudu terk etmek mecburiyetinde kalıyor. Cinlerin vücutlarına girdiği birinci grup insanlar bunlar.

2- İkinci gruptaysa vücuduna bir cin, iki cin, üç cin; bir cin veya birçok cin vücuduna girebilen insanlar. Onlar cinler tarafından devamlı taciz ediliyorlar. Onlara cinler devamlı rahatsızlık veriyorlar sevgili ziyaretçiler, can dostlarım, gönül dostlarım. Cinler o insanlara rahatsızlık veriyorlar. Sevgili kardeşlerim, o kişinin içinde kendi iradesinin dışında bir başka irade, onlara bir şeyler yaptırmak istiyor ve yaptırıyor.

Diyelim ki sigara içiyorsunuz. Hiç bilerek isteyerek sigarayı elinizin üzerine bastırıp söndürür müsünüz?

Ama biz gördük ki, cinler bir insana öyle bir kontrol mekanizması kurabilmişler ki; onun elinin üzerinde, kolunun üzerinde sigara söndürmesine onu icbar ediyorlar, mecbur ediyorlar ve kolunun üzerinde sigara söndürüyor kişi.

Cinler kişiyi devamlı intihara çağırırlar. İntihar vakalarının önemli bir kısmı, cinlerin o kişi üzerindeki zülmanî tesirleri sebebiyledir. Onun için, sorun rahatsız olan insanlara:

"İçinizden bir şey, bir başka güç, sanki bir başka irade sizi, sizin yapmak istediğiniz şeylerin dışında bir şeyler yapmaya zorluyor mu?"

Eğer zorluyorsa o kişinin içinde mutlaka cin vardır. Çoğu zaman, bu insanlar kendi iradelerinin gereğini yapamazlar. Şeytanın o cinlere emirlerini, cinlerin de o kişiye emrettiği şeyleri yapmak mecburiyetinde kalırlar. Cinler (cin demiyorum birçok cin), o kişinin vücudunu kendilerine mekân edinmişlerdir. Diledikleri zaman girerler, diledikleri zaman çıkarlar o vücuttan. Bütün gayeleri insan vücutlarını kontrolleri altına almaktır. Bu konuda da yetenekli olarak yaratılmışlardır. Cinler, bir insanın vücudunun içine girebilirler, hem de bir cin değil, birçok cin girebilir.

Sevgili kardeşlerim, Allah neyi emretmişse, bu suflî cinler, onun tamamen dışındaki şeylere o kişiyi adapte etmeye çalışırlar. Namaz kıldırmazlar, zikir yaptırmazlar, Allah neyi yasak etmişse onu yaptırırlar.

Sevgili kardeşlerim birçok insan nefsleriyle cinlerin vücutları, fizik vücutları birbirine çok yakın bir yapıda olduğu için cinlerle temas kurarlar. Cinlerle, cinsel temastan bahsediyorum. Ve o kişi böyle bir alışkanlığın zebunu olduktan sonra kolay kolay bundan vazgeçemez. Öyleyse şeytan, insanları sonsuz huzursuzlukların içine atar. O kişi cinlerle temas kuran kişi devamlı bir huzursuzluğun içindedir ve korunması olmadığı için, başının üzerinde devrin imamının ruhu bulunmadığı için, şeytana açıktır.

İşte, bu istikamette sevgili ziyaretçiler, bilin ki Allah'ın müsaadesi olmadan, şeytan kimseye bir zarar veremez. Allah ne zaman müsaade etmez, şeytanın zarar vermesine kişiye?

Kişinin başının üzerinde Devrin İmamı'nın ruhu gelip, önden arkaya doğru yere paralel olarak yerleştiği zaman. O bir muhafızdır, kişi o zaman hafîz adını alır; muhafaza altına alınan ve dikkat edin Allahû Tealâ diyor ki:

"O kişi hareket tarzını değiştirmediği sürece, kötüye dönüştürmediği sürece, Biz onun üzerindeki muhafızımızı geri almayız, onu muhafazanın dışında bırakmayız." diyor Allahû Tealâ.

Peki, böyle bir şey mümkün mü?

Kişi muhafaza altındayken muhafazadan dışlanabilir mi? Evet.

Biliniz ki siz, Allah'a ulaşmayı dilediğiniz zaman, Allah sizi mutlaka kendine ulaştıracaktır. Allah'a ulaşmayı diledikten, Allah'a ulaşana kadar geçen 3. basamaktan 21. basamağa kadar süreç içerisinde şeytan size hiçbir şey yapamaz. Cinler de hiçbir şey yapamazlar.

Ama ne zaman ki ruhunuz Allah'a ulaşır, Allah'ın üzerinizdeki koruyucu kalkanı kalkar. Başınızın üzerinde Devrin İmamı vardır, İmam'ın ruhu vardır, ama şeytan size tesir etmek için zemin bulacaktır. Bütün gayretiyle sizi Allah'ın yolundan saptırmak için Allah konusunda, Resûl konusunda ve Allah'ın âyetleri konusunda sizde şüphe uyandırmaya çalışır. Bunu başarabildiği an, artık şeytanın adımlarına tâbî olursunuz, bunu başarabildiği an, 21. basamaktan zemine düşersiniz. Bunun adı fıska düşmektir. İşte o noktadan itibaren cinler size saldırmak imkânının gene içindedirler. Çünkü fıska düştüğünüz an, Devrin İmamı'nın ruhu derhal başınızın üzerinden alınır, ruhunuz tekrar size iade edilir, kalbinizin içindeki îmân kelimesi alınır, küfür kelimesi yazılır ve kalbiniz tekrar mühürlenir.

Şeytanın saldırılarına, cinlerin saldırılarına, yeniden açık bir hüviyet kazandınız demektir. Ve de burada cinlerin saldırısı sizi her an rahatsız edecektir. Öyleyse, cinleri yaratan Allahû Tealâ, şeytanı yaratan Allah, insanı da yaratmıştır ve korunma vasıtalarını da insana vermiştir. Aklı başında olan insan, mutlaka Allah'a ulaşmayı diler. Dilemek bir kurtuluştur, mutlaka Allah'ın cennetine ulaştırır kişiyi, hem de 3. kat cennete. Çünkü Allah o kişiyi mutlaka kendisine ulaştıracaktır; ulaştırdığı an kişi 3. kat cennetin sahibidir ve korunma altına da girmiştir, başının üzerinde Devrin İmamı'nın ruhu vardır.

İşte, sevgili kardeşlerim sizlerle birlikte bir güzelliği daha yaşadık ve sihir (yani büyü) ve hüddam isimli yazımızın sonuna geldik.

İSKENDER ALİ MİHR

 

 
   
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol