WWW.CAMİLERİNEFENDİSİ.TR.GG



Amber-i Çin Camii


Kırım’da zengin bir tüccar cami yaptırmaya başlar. Binlerce kişi toplanır, yardım eder. O sırada inşaatın yanından bir ticaret kervanı geçer. Kervan on katar deve, misk ve amber yüklüdür. Kervan sahibi selam vermez.
-Ey kervan sahibi, nereden gelip nereye gidersiniz? Yükünüz nedir? Diye sorarlar. Ama kervan sahibi oralı değildir. Kasıla kasıla geçer gider.
Cami yaptıran tüccar kızar. Adamlarıyla kervanı çevirir. Adamları, develerin üzerindeki bütün yükü indirirler. Yükte ne kadar misk ve amber varsa, sahibinin gözünün önünde, hepsini çamura katarlar. İnşaatın harcını, su ile değil de misk ve amberle kararlar.
Kervancı ne yapacağını bilemez. Hayret içinde oradan oraya koşuşturmaya başlar. Konuşur ama kimseye dinletemez. Tüccar onu alıp evine götürür. Büyük bir ziyafet verir. Yemekten sonra devlerine altın yükleyip:
-Var şimdi git can kardeşim. Ama selamı unutma! Der. Kendini de bir şey sanma.
Cami tamamlanır, ismini Amber-i Çin Camii koyarlar. Ne zaman ki yağmur yağsa, cami duvarları pek güzel kokar. Hatta ben, denemek için toprağından bir parça alıp ateşe koydum, hakikaten amber koktu.

yıldırım Bayezid
yıldırım Bayezid Niğbolu zaferinde kazanılan ganimetlerle muhteşem bir mescit yaptırmak ister. Mimarlar bugün Ulucami’nin bulunduğu mevkide karar kılarlar. Söz konusu arsa üzerinde evi, bahçesi olanlara başka yerden muadil yer verilir. Hatta ceplerine birkaç kese altın sıkıştırılır gönülleri hoş edilir. Ancak yaşlı bir kadıncağız bir “Evim de evim” feryadı tutturur ki sormayın. Değerinin fevkinde ücretlere omuz silker, bütün tekliflere “olmaz” der. Önce vezirler, sonra bizzat Sultan, kadının ayağına gider, iknaya çalışırlar. Ama o direnir.
Sultan Bayezid caminin yerini sevmiştir. Hiç hesapta olmayan pürüz canını sıkar. Hatta divanı toplar, çözüm yolu arar. Kadılar “mal onun değil mi” derler, “satarsa satar, satmazsa satmaz!” Meclis çaresizlik içinde dağılırken Bayezid’in aklına damadı gelir. Emir Sultan’ı bulur meseleyi anlatır. Mübarek sadece tebessüm eder:
-Acele etme! der, bir gecede neler değişmez?
İhtiyar kadın o gece rüyasında mahşer meydanını görür. Annenin çocuğundan kaçtığı bir dehşet anıdır. Kalabalıkta korkunç bir azap endişesi vardır. O arada bir dalgalanma olur. İnsanlar alemlere rahmet olarak yaratılan Efendimiz’in yanına koşarlar. Şefaate kavuşan kavuşana. Kadıncağız da niyetlenir, ama bırakın yürümeye, kıpırdamaya mecali yoktur. Ayakları vücudunu taşıyamaz, ıstırapla yerleri tırmalar. Elinden kaçan büyük fırsat ciğerini dağlar. Feryat figan ağlamaya başlar. İşte tam o sırada Emir Sultan’ı görür:
-Herkes cennete gitti, der, ben bir başıma kaldım burada!
Mübarek o gönül ferahlatan tatlı sesiyle sorar:
-Kurtulmak istiyor musun?
Kadın nefes nefese cevap verir:
-Hiç istemez miyim?
-Öyleyse Sultanımızı üzme!
Ertesi gün kadın ayağı ile gelir, evini verir. Üstelik önüne konulan ücreti bağışlar camiye.

Cami ve Kilise,Dini Hikayeler,Hazreti Fatih

Hazreti Fatih İstanbul u fethettikten sonra Avrupada fütuhata devam ediyordu. Bir seferinde Sırbistan hududuna gelmiş ve Sırbistan ın fethi artık an meselesi idi. Sırp Kralı Brankoviç bir yanda Macaristan bir yanda da Türkler olduğu için arada zor durumda kalmıştı. Her iki büyük devletten birine sığınmak ondan yardım istemek düşüncesiyle her iki tarafa da elçiler gönderdi.
"Sırbistan elinize geçer ve burayı fethederseniz nasıl muamele edeceksiniz?" diye fikirlerini öğrenmek istedi.
Sırplılar ortodoks mezhebine mensup olduklarından katolik Macar Kralı Hünyad tarafından şu cevabı aldı:
-Eğer Sırbistan bizim elimize geçer ve biz oraları istilâ edersek bütün Sırplıları katolik edinceye kadar mücadele ederiz ve bütün kiliseleri yıkar yerlerine katolik kilisesi inşa ederiz...

Fatih Sultan Mehmet Hazretlerine giden elçi şu cevapla dönmüştü:
-Biz Sırbistan ı alırsak İslâmiyetin Allah indinde tek din olduğunu ilân ederiz. Ve bu arada hiç kimseyi kendi dininden dönmeye zorlamayız. İsteyen eski dininin icabı olan kiliseye gider isteyen Allah indinde tek din olan İslâmiyeti seçer dünya ve ahiret selâmetine kavuşur.


Hazreti Ömer'den Hikayeler

Bana İki Dirhem Kim Borç Verir?


Bize bildirilmişdir ki, emîr-ül mü'minîn Hz.Ömer (r.a) Îrânı vilâyetini feth etdi. Deveden, atdan ve dirhemden ve koyundan ve sığırdan ve köle ve câriyeden çok mal ve ganîmet getirdiler. Emîr-ül mü'minîn bütün o ganîmeti taksîm etdi. Kendisine aslâ birşey alıkoymadı. Se'âdethânelerine gece vakti geldiler.
Ev ehli dediler ki,
-Niçin bizim için iki dirhem getirmedin. Yimek için, bu gece evde hiç ta'âm yokdur.
Hazret-i Ömer buyurdu,
-Ey hâtun! Korkdum o tâifeden olmakdan ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri kelâmı mecîdinde buyurur:
(... Dünyâ hayâtında güzel ni'metleri yiyerek, iyi işlerinizin sevâbını giderdiniz. Onlar ile istimtâ' edip, fâidelendiniz, yeryüzünde kibrlenip, günâh işlediniz. Bugün şiddetli azâb ile cezâlanacaksınız.) [Ahkâf,20] Yine korkdum o kimselerden de olurum diye. (Dünyâya mağrûr olup, aldandılar...) ve Hak sübhânehü ve teâlâ buyurmuşdur: (Sizi dünyâ hayâtı aldatmasın...) ve de kıyâmet günü, Resûlullah (sav) hazretlerinden uzak kalmakdan korkdum, buyurmuşlardır. Resûlullah, (Ey Allahım! Beni miskîn yaşat. Miskîn olarak öldür. Kıyâmet günü miskîn olduğum hâlde, miskînler zümresi ile haşr eyle) buyururdu.
Ondan sonra Ömer (ra) bakdı ki, evde yiyecek yok. Dışarı çıkdı. Mescide varıp, minbere çıkdı. Yüksek sesle (Essalât) deyip, hutbeye başladı. Hutbede dedi ki,
-Ey insanlar, kıyâmet korkusu olmasa idi, bu korkduğunuz işlerden başka işler olurdu. Velâkin, kıyâmet korkusu bizi geri çekdi. Hevâmıza tâbi' olmadık. Sonra buyurdu: Bana iki dirhem kim borç verir. Tâ ki bu gecenin ihtiyâcını göreyim ki, benim evimde bu gece yiyecek bir nesne yokdur.
Eshâb-ı güzîn (r. ecma'în) bunu işitdiler. Çok ağladılar. Sonra Abdürrahmân bin Avf (r.a) kalkıp, iki dirhem verdi.


Kaynak: Menakıb-ı Çihar Yar-ı Güzin

Nil Nehrinin Taşınması

 

Mısır, Hz. Ömer r.a.'ın halifeliği zamanında fethedilmişti. Mısır'ı fetheden komutan ise Hz. Amr b. As r.a. idi. Fetihten sonra Mısırlılar, Amr b. As r.a.'a gelerek bir adetlerini anlattılar:
- Ey komutan, adetlerimize göre Haziran ayını oniki gece geçince, bakire bir kızı güzelce süsleyip giyindiririz. Sonra Nil nehrine atarız. Böyle yaptığımız zaman Nil nehri taşıp, çevresini suluyor.
Amr b. As r.a. Mısırlılara dedi ki:
- Böyle bir işin İslâm'da yeri yoktur. İslâm geçmişteki kötü adetleri kaldırmıştır.
O yılın Haziran, Temmuz ve Ağustos aylarında Nil nehrinde hiç kabarma ve taşma görülmedi. Nil nehri mevsiminde taşmayınca, kuraklık başladı. Halk göç etmeye hazırlandı.
Amr b. As r.a. durumu bir mektupla halifeye bildirdi. Hz. Ömer r.a., Hz. Amr'a gönderdiği cevabında şunları yazdı:
- Şüphesiz ki sen doğrusunu yapmışsın. Elbette İslâm, geçmiş kötü adetleri kaldırmıştır. Sana mektubun arasında ayrıca bir pusula gönderiyorum. Bu pusulayı Nil nehrine at.
Hz. Amr b. As r.a., pusulayı okudu. Şöyle yazıyordu:
'Allah'ın kulu ve müminlerin emiri Ömer'den Mısır Nil'ine. Eğer sen kendiliğinden akmakta idiysen, şimdi de akmayıver! Fakat bir ve kudret sahibi Allah'ın emriyle akıyor idiysen, Allahu Tealâ'dan dileriz ki, seni akıtıp taşırsın.'
Hz. Amr r.a. pusulayı Nil nehrine attı. Bir sabah nehrin yedi-sekiz metre kadar yükselerek taştığını gördüler.
O günden sonra Nil'in bu hareketi, günümüze dek sürüp gelmiştir.

Nuşirevan'ın Adaleti

Hazreti Ömer ve Sa'd İbni Vakkas Hazretleri, İran'a at satmaya gitmişlerdi. İran'a vardıkları zaman şehrin girişinde cirit oynayan bir kısım genç görüp seyre daldılar. Bir ara yabancıların kendilerini seyretmekte olduğunun farkına farkına varan gençlerden birisi yanlarına gelip "Bedeviler" gibi sözlerle hakaret ettikten sonra, satmak için getirdikleri ve üzerine bindikleri Arap atlarını ellerinden zorla aldılar.

Hazreti Ömer ve Sa'd ibni Ebi Vakkas Hazretleri ticaret maksadıyla geldikleri şehre meyüs ve mükedder vaziyette girdiler. Yanlarında yiyecek bir şeyleri olmadığı gibi paraları da kalmamıştı. Aç susuz akşam olmasını beklediler. Akşam olunca da bir hana vardılar. Kapıdan girer girmez hancı, misafirlerin yabancı olduğunu ve üzüntülü olduklarını anladı. Neden üzüntülü olduklarını sordu. Hazreti Ömer daha üzüntülü görünüyordu. O hiç konuşmadı. İbni Vakkas Hazretleri ise başından geçenleri hancıya dert yanarak anlattı. Hancı misafirlerini dinledikten sonra:
- Siz kederlenmeyin, bizim hükümdarımız son derece âdildir. Ya atlarınızı buldurur, yahut bedelini tazmin eder. Sizin anlattığınıza göre elinizden atları alan hükümdarın kendi oğludur. Ama o mutlaka bu meseleyi halleder, diyerek teselli verdikten sonra:
-Her sabah hükümdarımız pazar yerinde halkın önünden geçer ve halk ona dert ve dileklerini bildirirler. O da ne icab ediyorsa hemen yapar. Siz sabahleyin hemen pazar yerine gidin vaziyeti anlatın dedi.
Sabah, Hazreti Ömer ve arkadaşı pazar yerine çıkıp hükümdarı beklemeye başladılar. Biraz sonra hükümdar yanında tercümanları olduğu halde geldi. Herkes nesi varsa açık açık söylüyor o da gerekeni hemen orada yapıyor veya yapılmasını emrediyordu. Sıra Hz. Ömer ve İbni Vakkas'a geldi. Onlarda başlarından geçenleri anlattılar., atlarının bulunup geri veilmesini dilediler.
Hükümdar bunları dinleyince yüzü çok asıldı ve üzüntülü olduğu her halinden belli idi. Bir kese altın verdi ve atlarının da bulunacağını söyledi. Hükümdar tercüman vasıtası ile konuşuyordu, tercüman ise atı alanların hükümdarın oğlu olduğunu söylememişti. Hazreti Ömer ve Ebû Vakkas Hazretleri yine akşam kaldıkları hana geldiler. Bu sefer yanlarında paraları da vardı, karınları da toktu. Hancının parasını verdiler, o gece de orada kalıp sabahleyin yola çıkmayı düşünüyorlardı. Hancı ne olduğunu sordu. Onlar hükümdarla görüştüklerini ve atları bulacağını söylediler, dedi.
Hancı birden öfkelendi ve :
-Demek kendi oğlu olduğu zaman iş değişiyor, dedi.
Sabah oldu bu sefer hükümdarın karşısına hancı çıkıp:
-Hükümdarım, suçu işleyen başkası olur ceza verirler de, sizin oğlunuz olursa cezasız kalır öyle mi? dedi.
Nuşirevan bunu duyunca rengi değişti ve çok sinirli olduğu besbelli idi:
-At sahipleri yarın şehir terketsinler... Fakat biri şehrin kuzey, biri güney kapısından çıksın dedi.
Sabah oldu ve atların değerinden fazla para verdi. Hazreti Ömer ve Ebû Vakkas Hazretleri şehri terkediyorlardı. Bir de ne görsünler, şehrin bir kapısına atı alan genç, diğer kapısına ise hükümdara yanlış bilgi veren tercüman asılmışlar ve ölmüşler bile...
Fakat ne yazıktır ki, adaletiyle meşhur bu hükümdara iman nasip olmamış ve Efendimiz (s.a.v.) imansız gittiklerine teessüf ettiği isimler arasında bunu da symıştır.
Aradan zaman geçti, Hazreti Ömer Halife-i İslâm , Sa'd ibni Ebi Vakkas ise Mısır valisi oldu. Mısır'i İslamlaştırma ameliyesinde bir de cami yapılacaktı. Bu camiye en müsait yer ise bir yahudinin yeri idi. Mısır valisi yahudinin yerine cami yapımına başladı. Yahudi çaresiz bir şekilde düşünürken müslümanlardan bir zat:
-Nedir senin bu halin? diye sordu.
O:
-Bir evim vardı, başka bir şeyim yoktu. Vali şimdi oraya cami yapıyor. Ben ne yapabilirim? Şimdi açıkta kaldım, dedi.
Müslüman ona:
-Sen git Medine'ye... Orada Halife Ömer vardır. Derdinei ona anlat. Senin derdine mutlaka çare bulur, dedi.
Yahudi daha islamiyetin nasıl bir din olduğunu bilmiyordu. Medine'ye vardı. Halife'yi sordu, bahçede olduğunu söylediler. Gitti Bahçeyi buldu. Baktı ki, oarad bir adam çalışıyorYanına yaklaşıp:
-Ben Halife Ömer'le görüşmek istiyorum, dedi.
Ona göre hükümdarın tarlada ne işi vardı. Karşısındaki:
-Derdini anlat! Ömer benim, dedi.
Yahudi derdini anlatıp, bir çare bulunmasını söyleyince Hazreti Ömer, öfkelibir şekilde , bir kemiğin üzerine bir şeyler yazıp adamın eline verdi:
-Götür bunu valiye ver, dedi.
Yahudi bu yazışmadan pek bir şey anlamamıştı. Bundan bir şey çıkmaz, diyordu kendi kendine...
Mısır'a gelip kemiği Sa'd ibni Ebi Vakkas'a verince, vali çok korkmuştu. Hemen evi eskisinden daha güzel bir şekilde tamir etti ve yahudiye verdi. Hemde memnun etmek için bir miktar yardımda bulundu. Hazreti Ömer'in gönderdiği kemiğin üzerinde sadece şu iki kelime yazılı idi:
-Ben Nuşirevan'dan daha adilim!...
 

Ona dün Ömer derler idi


Bir gün Hz.Ömer (r.a) Medîne-i münevverede gidiyordu. Bir ihtiyâr kadın yol kenârında durmuş idi. Bir başka kadın ona dedi ki,
-İçeri gir, emîr-ül mü'minîn Ömer gidiyor.
Acûze (ihtiyâr) kadın, başını dışarı çıkarıp dedi ki,
-Kimdir, emîr-ül mü'minîn.
-Bir merd idi ki, ona dün Ömer derler idi. Bu gün emîr-ül mü'minîn mi oldu?
Ömer (r.a) hazretleri o sözü işitdi. Geri döndü, dedi ki,
-Ömeri Ömere gösteren o kadın kimdir. Ömerin kendini tanımasına, anlamasına sebeb oldu. Ondan sonra hergün o ihtiyâr kadının kapısına gelirdi ve derdi ki,
-Atılacak çöpün var ise atayım, hizmetin var ise göreyim. Destin boş ise ver, su getireyim. Zîrâ Ömeri senden gayri kimse tanımadı.

Kaynak: Menakıb-ı Çihar Yar-ı Güzin

Ölüsüne yirmi değnek vurun ki

Medîne ehâlisi anlaşarak bir yere toplandılar. Ömer (r.a) hazretlerinin adâletini tecrübe etmek için anlaşdılar. Aralarından bir yehûdî çıkdı.
-Ben sizin müşkilinizi hâl etmeğe muktedirim, dedi.
Onlar da buna ba'zı va'dlerde bulundular.
Hz. Ömerin bir oğlu var idi. Bedenen çok za'îf kalmışdı. O yehûdî, kendisini hekîm tanıtıp, Hz. Ömerin (r.a) oğlunun yanına vardı. Hâlini ve hâtırını sordu. O da, za'îfliğinden bir mikdâr hikâye yolu ile şikâyet etdi. Mel'ûn yehûdî tebessüm ederek, bunun ilâcı kolaydır, dedi. Bu da ilâcını istedi. Zîrâ kalblerinde kin ve hîle yokdu. Yehûdî, önüne düşüp, odasına götürdü. Sonra bir sürâhî şerâb doldurup, şerbetdir diye önüne koydu. Bu senin derdine devâdır. Bunu içdiğin gibi sıhhat bulursun, dedi. O da sözünü hakîkat zan edip, şerâb ne olduğunu görmediği için, o sürâhîdeki şerâbı içip, serhoş oldu. O yehûdînin güzel bir kızı vardı. O kızı arz eyledi. Şerâbın te'sîri ile serhoş olduğundan, kıza sâhib oldu. Bir zemândan sonra ayılıp, aklı başına geldikde, yapdığı işlere pişmân oldu. Nedâmet ile tevbe ve istigfâr edip, evlerine geldi. Hikmet-i rabbânî, o kız hâmile olup, çocuk doğdu. Sonra, mel'ûn yehûdî, bir çok yehûdîyi ve o çocuğu yanına alıp, Ömer (r.a) hazretlerinin yanına getirdiler.
Dediler ki,
-Yâ halîfe, senin oğlun, bizim kızımıza zorlıyarak sâhib olup, bu çocuk hâsıl oldu. Biz bunu beslemeğe mecbûr değiliz.
Hz. Ömer (r.a) bunu görünce, mubârek gönülleri perîşân olup, oğlunu çağırdı ve bu durumu sordu. Oğlu da meydâna gelen hâdiseyi anlatdı. Hz. Ömer (r.a) o ma'sûma beyt-ül-mâldan nafaka ta'yîn eyledi. Sonra oğlunu aşağı alıp, dînin emri olan sopayı vurdurmağa başladı. Sopa sayısı kırk olduğu zemân, Eshâb-ı güzîn, Ömer (ra) hazretlerinin yanına gelip, ricâ etdiler.
-Yâ halîfe, oğlunuz hastadır, bu şekildeki sopaya tehammül edemez. İhsân eyle, bunun suçunu bize bağışla. Zîrâ sesi, Resûlullah (sav)hazretlerinin sesine benzerdi. Eshâb-ı güzîn bunu, Ravda-i Mutahharaya götürüp, yüksek ses ile Kur'ân-ı azîmüşşânı okutup, kendileri dışarıdan dinlerler idi. Hz. Habîbullahın hasretinden ciğerlerini dağlarlar idi. Lutf eyle, sesi hurmeti için suçunu afv eyle diye, ne şeklde söylediler ise, iltifât eylemedi.
-Allahü teâlânın hakkında hâtır olmaz. Âhıretde çekmekden, dünyâda cezâsını bulmak iyidir, buyurdular.
Altmış değnek oldukda, babasına çağırdı ki,
-Yâ baba, bir ân mehil ver ki, azîz annemin yüzünü göreyim, halâllik dileyeyim.
İltifât eylemeyip, yetmiş sopa oldukda, çağırıp,
-Yâ baba, işte ben ölüyorum. Mubârek yüzünü bana göster, görün ki, hasret gitmiyeyim, dedi. Hz. Ömer (r.a) mubârek yüzünü çevirip, gösterdi.
Sopa sayısı seksen oldukda rûhunu teslîm etdi. Hz. Ömere öldüğünü bildirdiler.
Buyurdu ki,
-Ölüsüne yirmi değnek vurun ki, Hak emri yerini bulsun.
Ondan sonra da yirmi değnek vurdular. Yüz temâm oldu. Sonra techîz ve tekfîni yapıp, götürüp defn eylediler.
Sonra Hz. Ömer (r.a), acabâ babalık hakkını yerine getirip, seni kurtardım mı. Allahü teâlânın huzûrunda hâlin nasıl oldu diye ağladı. O gece Eshâbdan birisi onu rü'yâda gördü. Sultân-ı kâinât (sav) hazretlerinin huzûr-u şerîfinde oturup, zevk ve sefâ ederdi. Bu sahâbîyi gördüğü gibi, kalkıp, güle-güle yanına geldi.
Dedi ki,
-Allahü teâlâ babamdan râzı olsun ki, atalık hakkını yerine getirdi. Allahü teâlâya hamd olsun ki, devâmlı Fahr-i âlem (sav) hazretlerinin hizmet-i şerîflerinde olup, bir ân ayrılmıyorum. Dünyâ kahrından kurtulup, zevk ve safâ içine düşdüm. Ertesi günü o sahâbî gelip, rü'yâda gördüğü hâli, Hz. Ömere anlatdı. Hz. Ömer (r.a) ağlamağı bırakıp, Allahü teâlânın inâyetine şükr secdesi eyledi .

Kaynak: Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin


 

Ömer'e Gelin Olmak

Ömer (r.a) bir gece Medîne-i münevverede geziyordu. Bir kadın evi içinde kızına dedi ki,
-Kızım bir mikdâr su getir, südün içine kat.
Kızı dedi ki,
-Emîr-ül mü'minîn nidâ etdirmedi mi bugünden sonra, süde su katmayınız.
Kadın dedi ki,
-O şimdi burada değildir.
Kız dedi,
-Ömer burada değil ise, Rabbi buradadır, O görüyor.
Ömer (r.a) hazretleri onun sözünü işitdi. Evi nişân etdi. Geldi, oğluna dedi ki,
-Senin için bir kız buldum. Onu sana alayım.
Ertesi gün o kadının kapısına geldi. Dedi ki,
-Kızını benim oğluma ver.
Kadın dedi ki,
-Bende o cür'et yokdur ki, bunu kalbimden geçireyim.
Ömer (r.a) buyurdu:
-Ben o kızdan işitdim söylediği o sözü ki, hoşuma gitdi.
O kızı kendi oğlu Âsım hazretlerine aldı. Abdül'azîz o kızın evlâdından oldu. Abdül'azîzden emîr-ül mü'minîn Ömer bin Abdül'azîz hazretleri vücûda geldi. Onun hilâfeti zemânında kurt koyun ile gezerdi.


Kaynak: Menakıb-ı Çihar Yar-ı Güzin

Ömer'e  Neden Faruk Denildi

Bir münâfık ile bir yehûdî, bir husûsda anlaşamadı. Yehûdî da'vâyı hâlletmek için, Sultân-ı Enbiyâ hazretlerinin meclis-i şerîflerine gelmek istedi. Münâfık da yehûdîlerin re'îsi Ka'b bin Eşrefe gitmek istedi. Sonunda, Resûlullahın (sav) katına geldiler. Da'vâyı yehûdîye hükm buyurdular. Münâfık o hükme râzı olmayıp, hazret-i Ömerin (ra) huzûruna d'vâyı halletmesi için geldiler. Yehûdî, mâcerâ ve da'vâyı hazret-i Resûlullahın huzûruna varıp, Resûlullah hazretlerinin kendisine hükm eylediğini, münâfıkın ise buna râzı olmadığını anlatdı. Hazret-i Ömer (ra) o münâfıkdan, anlaşmazlığı süâl buyurdular ki,
- Bu yehûdînin anlatdığı gibi midir.
Münâfık,
- Evet, öyledir. Ammâ ben Peygamberin hükmüne râzı olmayıp, geldim ki, sen hükm edesin, dedi.
Hazret-i Ömer (ra) buyurdu:
- Siz yerinizde durunuz. Gelip, sizin için hükm edeceğim.
Varıp, evlerinden kılıncını aldı. Geldi ve münâfıkın boynunu vurdu. Buyurdu ki:
- Allahü teâlânın ve Resûlünün hükmüne râzı olmıyan kimseye ben böyle hükm eylerim.

O vakt, Cebrâîl aleyhissalâtü vesselâm âyet ile gelip, hazret-i Ömere (ra) hak ile bâtıl arasını ayırt etdi demek olan Fârûk lakabı verildi.
Âyet-i kerîme budur:

(Şu kimseleri görmezmisin, sana ve senden öncekilere indirilen kitâblara inandıklarını zan ederler. Muhâkeme olunmak için tâgûta gitmek isterler..)

Ömer'in Müslüman Oluşu

Rivâyet edilir ki, bir perşembe gecesi, Habîb-i ekrem(sav), Ömer (ra) hakkında düâ etdi. Düâsı kabûl oldu. Buyurdular ki,
- Yâ Rabbî! Şu iki kişiden hangisi sana sevgili ise dîn-i islâmı onun ile azîz eyle. Ömer bin Hattâb veyâ Amr bin Hişâm.
Ertesi gün, Kureyşin büyükleri Haremde toplandılar.
- İşbu Ebû Tâlibin yetîmi Muhammed Mustafâ (sav) zuhûr edip, âbâ ve ecdâdımızın dînini ibtâl etdi. Putlarımız için, fâide ve zarar vermez diye kötüledi. Gayretine dokunmuyor mu ki, yâ Ömer, bu denli kudret ve heybetin, izzet ve satvetin var iken, putlara yardım etmeyi, onu öldürmeği düşünmüyor musun, diye tahrîk etdiler.
Hazret-i Ömerin câhiliyye damarı kalkdı. Sonu kötü olan bir gayretle, kılıncını takındı. Resûlullah (sav) hazretlerini öldürmeğe giderken, Benî Zühreden Nu'aym (ra) hazretlerine rastladı.
- Yâ Ömer, nereye gidersin dedikde, cevâb verip,
- Şu Kureyşin büyüklerine ahmak diyen ve putlarımıza bâtıl diyen, Muhammedi katl etmeğe gidiyorum, dedi.
Nu'aym (ra) dedi ki,
- Yâ Ömer! Hayret edilecek bir işe yeltenirsin. Başa çıkamıyacağın sevdâya düşmüşsün. Eğer bu işi başarırsan, Benî Hâşim ve Benî Zühre seni sağ koyacaklarını mı sanıyorsun. Yürü var, işine git, deyince,
Ömer (ra) dedi ki,
- Yâ Nu'aym! Yoksa sende mi, Muhammedin dînine girdin. Eğer öyle ise, evvelâ seni katl edeyim.
Nu'aym hazretleri dedi:
- Muhammedin dînine sâdece ben mi girdim, sanırsın. Kız kardeşin ve enişten de girmişlerdir.
Ömer, bu haberi işitince, gadabı dahâ fazla olup, nereden ma'lûm onların müslimân oldukları, dedi.
Nu'aym dedi:
- Eğer inanmaz isen, kız kardeşinin evine var. Bir koyunu kendi elin ile boğazla, pişirsinler. Onlar senin boğazladığın koyunu yimezler ise, o zemân bilmiş olasın ki, onlar islâm dînine girmişlerdir.
Hazret-i Ömer (ra) o tehevvür ile gidip, kapılarına vardı. İçeriden kulağına bir ses geldi. Dikkat ile dinledi. Anladı ki, okudukları kelâm, hiç insan sözüne benzemez. Meğer o vakt Tâhâ sûresi nâzil olup; hazret-i Fahr-i kâinât aleyhi efdalüttehıyyât, muhâcirînden Habbâbı (ra) onlara göndermişdi. Onlara, o sûrenin âyetlerini ta'lîm ediyordu. O vakt, bunlar hazret-i Ömerin korkusundan, kapıyı bağlamışlardı. Ta'lîm ile meşgûl iken, hazret-i Ömer kapı ardından dinledi. Dinledikçe, istidâdlı kalblerine, ezelî olan kelâmın rahmânî nûrları gelmeğe başlayıp, şeytânî küfr zulmeti mahv olmağa başladı. Sabr etmeğe mecâli kalmayıp, kapıya eli ile vurdu. Kapı bağlanmış idi. Dikkat kesildikleri gibi, içeride olanlar, korkularından susdular. Habbâbı (ra) gizlediler. Sûre-i kerîmeyi saklayıp, kapıya bakdılar ki, gelen hazret-i Ömerdir (ra). Kılıncı yanında, heybetle ve satvetle gelmiş ki, yüzlerine bakmaz. Kız kardeşi,
- Hoş geldiniz deyip, içeri alıp, oturdular.
Gelmelerinden dolayı, yiyecek tedârik edip, koyun getirdiler. Hazret-i Ömer (ra) kalkıp, kendi boğazladı. Pişirdiler. Hazret-i Ömer, ezelî kelâmın te'sîrinden mest olmuş, ne konuşmağa mecâli ve ne oturmağa sabrı ve karârı var idi. Ne hâl ise, taâmı pişirip, ortaya getirdiler. Hazret-i Ömer dedi, gelin berâber yiyelim. Her biri bir özr behâne edip, yimediler. Kendileri de birkaç lokma aldılar. Dîn-i islâma girdiklerini tahkîk edip, hayreti de çoğaldı. Taâmı [yiyeceği] kaldırdıkdan sonra, süâl buyurdular ki;
- Okuduğunuz ne idi.
Onlar okuduklarını inkâr eylediler. Korkularından konuşmağa başladılar.
Hazret-i Ömer (ra) buyurdular ki,
- Bilmiş olunuz ki, ben Kureyş arasında kılınç bağlayıp, o da'vâ ile geldim ki, varıp, Muhammedi katl edeyim. Yolda gelirken, sizin de Muhammedül-emînin dînine girdiğinizi işitdim. Geldim ki, evvelâ sizi katl edeyim. Sonra Muhammedi katl edeyim. Lâkin, kapıya geldim. Kulağıma bir ses geldi. Dinledikce o kelâmın lezzeti bir hâl verdi ki, o kötü fikr benden gidip, kalbime şevk ve muhabbet dolup, beni tedirgin eyledi. Elbette inkâra mecâl vermeyip, getirin okuduğunuzu, dinleyelim, dedi.
Kız kardeşi ve eniştesi, bu sözü işitdiklerinde, sevindiler. Kalbi islâm tarafına meyl etmişdir diyerek, dediler ki,
- Okuduğumuz, Allahü teâlânın ezelî olan kelâmıdır. Hak Sübhânehü ve teâlâ, hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm vâsıtası ile, Resûl-i ekrem (sav) hazretlerine inzâl eylemişdir [indirmişdir]. İşitmek murâdın ise [dinlemek istersen], evvelâ gusl eyle. Ondan sonra okuyalım, göresin.
Hazret-i Ömer (ra) kalkıp, huzûr-ı kalb ile, gusl edip, gelip, kıbleye dönüp oturdu. Kız kardeşi kalkıp, ta'zîm ve tekrîm ile, sûre-i şerîfi eline alıp, (Bismillahirrahmânirrahîm). (Tâhâ ...) diye okumağa başladı. Nazm-ı şerîfin fesâhat ve belâgatinden, kalbi çok yumuşadı. (Ben o Allahım ki, benden başka ibâdete müstehak ilâh yokdur. O hâlde yalnız bana ibâdet et ve beni hâtırlaman için nemâz kıl) meâlindeki Tâhâ sûresinin 14.cü âyetine gelince, Kur'ân-ı kerîmin nûru kalbine nûrâniyyet verip, Kur'ânın eseri açığa çıkıp, küfr ve şekâvet zulmeti gitmeğe başladı. Dedi ki, beni, iki cihânın fahri, Muhammed Mustafâ (sav) hazretlerinin huzûruna ulaşdırın. O sırada Habbâb bin Erat, perde arasından dışarı çıkıp, dedi ki,
- Yâ Ömer, müjdeler olsun sana ki, Allahü teâlâya, Resûlullah (sav) hazretlerinin etdiği düâsı, senin hakkında, kabûl oldu. Allahü teâlâya hamd olsun.
Sevinerek, önüne düşüp, hazret-i Sultân-ı Enbiyânın olduğu eve götürdü. Bütün Eshâb-ı güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în', hazret-i Ömerin geldiğini görünce, hazret-i Fahr-i kâinâta haber verdiler.
- Bırakın gelsin. Başında devlet var ise îmâna gelir, buyurdu. Hazret-i Ömer (ra) hazret-i Peygamberin (sav) mubârek nûr cemâlini müşâhede ile müşerref oldu.
Resûl-i ekrem hazretleri buyurdular ki,
- Yâ Ömer, dahâ küfr ve şekâvetden vazgeçmek yok mu?
Hazret-i Ömer, Peygamberin mubârek cemâline nazar edip, kelâmını duyup, nazarlarına kavuşunca, hemen karârsız kalmayıp, yüksek dergâhlarına yüz sürüp, sonra,
- Yâ Resûlallah, hiç şek ve şübhe kalmadı. Hak Peygambersin. Bana îmânı arz eyle, dedi.
(Eşhedü en lâ ilâhe illallah. Ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlüh) deyip, şecere-i îmânı [îmân ağacını] temîz kalbine dikdi. Cümle Eshâb-ı güzîn tekbîr getirip, sürûr-ı kalb ile, hazret-i Ömer ile müsâfeha ve muanaka [birbiri ile kucaklaşma, boynuna sarılma] eylediler. Allahü teâlâ hazretlerine hamd ve senâ eylediler. Resûlullah (sav) buyurdu;
- Su getirdiler. Hazret-i Ömer (ra) temizlenip, gusl eyledi. Ona Kur'ân ta'lîm buyurdular. Kalbini îmân nûru ile doldurdular. Nemâzı ve diğer dîni erkânı ta'lîm eyledi. Hazret-i Ömer onları gördü ki, mağara gibi gizli bir yerde dururlar.
Dedi ki,
- Yâ Resûlallah! Bu ne keyfiyetdir ki, bu mağarada ihtifâ buyurdunuz.
Se'âdet ile buyurdular ki,
- Müşriklerin mü'minlere ezâ ve cefâsından dolayı burada dururuz.
Hazret-i Ömer (ra) dedi ki,
- Onlar puta gündüz taparlar. Önünde âşikâre yer öperler. Niçin biz, Hâlıka gizli taparız, yâ Resûlallah. Buyurun billahi varalım, biz de Harem-i beyt-i şerîfde nemâzı âşikâre kılalım. Görelim, bize kim mâni' olur.
Fahr-i âlem (sav) kalkıp, Sahâbe-i güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în' ile berâber, hazret-i Ömer önlerinde, elinde yalın kılınç, Beyt-i şerîfe doğru yürümeğe başladılar. Kureyş müşrikleri önlerinde, hazret-i Ömeri böyle gördüklerinde, sevinip, dediler ki,
- Meğer Ömer bunların hepsini esîr etmişdir, ki getirip karşımızda kırmak ister.
Yanlarına geldiklerinde, gördüler ki, hazret-i Ömer bunların herbirine güzel muâmele edip, bunlar ile karışmış güle-güle söyleşip gelirler. Ebû Cehl la'în bu hâli gördü. Müslimân olduğunu anladı.
- Âh! Gördünüz mü? Muhammed Ömeri de, kendi dînine döndürmüş. Ben size demedim mi ki, sihrle Muhammed onu aldatır, kendine uydurur. Siz dediniz ki, böyle olmaz. Eyvâh, gelin görelim, şimdi ne yapalım. Ve ona ne söyliyelim. Yakınına geldiler. Hazret-i Ömer (ra) kılıncı kaldırıp dedi;
(Nazm)
Durun ben geliyorum, bize kıyâma durun,
Genç, ihtiyâr, yaşlı hepsi, efendi köle olsun.
Dîn-i islâmı teblîg için, Allah gönderdi,
Bize Peygamber olan Muhammedi 'aleyhisselâm'.
Açığa çıkardı, güzel islâm dînini,
Putlar yıkıldı, kalmadı hükmleri.
Döndüm Hakka, bunun dînine girdim,
Ey Kureyş! Hepiniz avam ve has böyle bilin!

Kâfirler, bu hâli görüp, içlerinde telâşlanıp, it gibi çağrışdılar. Ebû Cehl la'în, yüksek sesle dedi ki,
- Görün Muhammedi ki, başladı ululardan azdırmağa. [Kureyşin büyüklerini müslimân yapmağa başladı.] Bu işler bize azdır. Dedim, gelin onlar çoğalmadan, öldürelim, aldırmadınız. Şimdi ejderhâ oldu.
Kâfirler, hazret-i Ömerden korkup, hiçbir mü'mine el uzatmağa kâdir olmadılar. Her birinin dudağı kuruyup, kaldı. Server-i âlem (sav) ileri yürüyüp, Hacer-ül esved ile bâb-ı Kâ'be-i şerîf arasında durup, nemâzı o gün âşikâre kıldılar. Gerçi kâfirler çok idi. Mü'minler az idi. Nemâz bitdikden sonra kalkıp, Kâ'beyi ta'vâf etdiler. İbni Mes'ûd (ra) buyurdular ki, hazret-i Ömerin (ra) müslimân olması, mü'minlere feth ve nusret ve rahmet oldu. O müslimân oluncaya kadar dîn-i islâm âşikâre olmadı. Kâ'be-i mu'azzamada, müslimânlardan hiç kimse nemâz kılmamış idi. Nakl edilmişdir ki, hazret-i Ömer (ra) îmâna geldikde, Peygamberimiz(sav)   hazretleri, mubârek elini Ömerin 'radıyallahü anh' göğsüne koyup, üç kerre buyurdular ki,
- Yâ Rab! Bunun sadrında olan gereksiz sıfatı [göğsünde bulunan kötü sıfatı] ve illeti [hastalığı] çıkarıp, onun yerine îmân ve hikmeti ver.

Kaynak: Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin


Ömersiz ömür istemem

Abdürrahmân bin Avf (r.a) der ki,
-Ben Hz.Ömerden acâiblikler gördüm.
Dediler,
-Ne gördün.
Buyurdu ki,
-Hayâtda olsa, ben söylemeğe kâdir olmazdım. Birisi odur ki, her gece ikimiz şehri dolanırdık. Bir mahalle varırdık.
Ömer bana der idi ki,
-Sen burada dur.
Ben de muhâlefete kâdir olamayıp, dururdum. Varıp, bir zemândan sonra, gelirdi. Süâl etmeğe de cüret edemezdim. Vefâtlarından sonra bir gece o mahalleye varıp, bir ev içine girdim. Bir ihtiyâr kadın gördüm. Kendi kendine acabâ ne oldu ki, Ömer bu gece gelmedi, diyordu.
Ben dedim,
-Ey hâtun! Ömer dünyâdan göçdü. Kadın bunu işitince, bir âh çekip, bayıldı. Sonra aklı geri geldi.
Dedi ki;
-Ey Allahım! Bana yardımda bulunan Ömeri afv et.
Ona dedim ki,
-Ne yardım ederdi.
-Gündüz vakti üzerimi kirletirdim. Onu dışarı atardı. Kirlenmiş elbisemi yıkardı. Beni temizlerdi. Bana yiyecekden ne nesne gerek ise, getirirdi.
Dedim,
-Ey hâtun! Ben de Ömerin yâriyim. Eğer o gitdi ise ben sağım. Ben Ömerin yapdığı işleri yapayım.
Beni çağırıp, dedi ki,
-Ömerin yerini kim tutabilir. Eğer Ömerin yâri isen, bana düâ eyle, yardım et. Hemen başını yukarı tutup, dedi ki, yâ ilâhel âlemîn! Ben o hastalığı Ömerin yardımı ile çekerdim. Ömer gitdi. Benim rûhumu kabz eyle ki, ben Ömersiz ömür istemem.

Bunu dedi, o sâat düâsı makbûl olup, dünyâdan göç etdi. Ben ağladım. Techîz ve tekfînini yapıp, defn eyledim.

Sen Dört Günah İşledin

Ömer (r.a) bir gece şehri gezerken bir evden çeşidli sesler işitdi. Ömer hazretleri dama çıkdı. Damdan o eve girdi. Gördü ki, bir kişi bir kadın ile oturmuş. Orta yerde de şerâb var. Ömer (r.a) hazretleri dedi:
-Niçin Allahü teâlâ hazretlerinin emrini tutmazsın. Bu kadar günâhın cezâsını çekmiyeceğini mi zan ediyorsunuz!
O kişi çok korkup, dedi ki,
-Yâ Emîr-el mü'minîn! Hiç acele etme ki, ben bir günâh işledim ise, sen dört günâh işledin.
Birincisi, Allahü tebâreke ve teâlâ buyurdu ki, (Evlere kapılarından giriniz.) Sen damdan girdin.
İkincisi, Allahü teâlâ buyurdu ki, (Evlerinizden gayrî evlere izn alıp, ehli üzerine selâm vermeyince girmeyiniz.) Sen fermân dinlemeden girdin.
Üçüncü; Allahü teâlâ buyurur: (Tecessüs etmeyiniz.) Sen tecessüs etdin.
Dördüncü; Allahü tebâreke ve teâlâ buyurur, (Sû-i zân etmekden sakınınız.) Sen sû-i zan etdin.

Ömer (r.a) bunu işitdi. Mubârek gönlüne çok te'sîr etdi. Pişmân oldu. Onun keffâretine bir köle âzâd etdi. Ömer (r.a) hazretlerinin adâleti ve siyâseti bereketi ile, o kişi de tevbe edip, iyiler zümresinden oldu.