sitene türk bayrağı 
www.siirlerinefendisi.tr.gg
   
  KALP GÖZÜ
  Kızgınlığın Kötülüğü
 

 

Kızgınlığın Kötülüğü
Kızgınlık Nedir?
Kızgınlık ve Riyazet
Kızgınlığı Tahrik Eden Sebepler
Kızgınlığı Yutmanın Fazileti
Hilmin fazileti
Karşılık Vermenin Câiz Olduğu Hâl ve Miktar
Kinin Kötülüğü
Kinin İlâcı Affetmektir
Yumuşaklığın Fazileti
Hasedin Kötülüğü
Hasedin Hakikati ve Hükmü
Hasedin Sebepleri
Hasedi Kalpten Çıkarmanın İlâcı
Hareketli kırmızı gül resmi
KIZGINLIK, KİN, HASED
Kızgınlık, kalpte yanan bir ateştir. Kin ve hased ise ba­zen onu oluşturan sebepler, bazen de ondan oluşan sonuç­lardır. Bu üç haslet de insanı günahlara iten ve helâk eden kötü huylardandır. Bu sebeple, bu huyların etkisi altına gir­memeye çalışmak lâzımdır. Bunun için de önce onların ne­ler olduğunu bilmek ve onları tanımak gerekir. Çünkü şer­ri tanımayan ve onun ne olduğunu bilmeyen, bilmeden ve farkına varmadan onun içine düşer.
(Bir şâir şöyle demiştir: Şerri sevdiğim veya benimse­diğim için değil, ondan korunmak için öğrendim.)
Ancak şerri tanımak ve bilmek de yetmez. Bunun ya­nında, ondan sakınmanın ve korunmanın yollarını da bil­mek iktizâ eder.
(Çok kimse, sözde şerre düşmemek için onu öğrenirler. Fakat, ondan nasıl korunacaklarını bilmedikleri için, onu hiç bilmeyenlerden daha kolay ve daha süratli bir şekilde içine düşerler.)
Biz bu bölümde hem bu üç hasletin kötülüklerini, hem de onlardan korunmanın yollarını açıklayacağız.
Kızgınlık iki kısımdır. Biri haklı kızgınlık, diğeri de haksız kızgınlıktır. Haksız kızgınlık mutlak olarak kötüdür. Haklı kızgınlık da ikiye ayrılır. Bunlardan biri, meşru sınır­lar ve ölçüler içinde kalan kızgınlık, diğeri de sınırsız ve taşkın kızgınlıktır. Sınırsız ve taşkın kızgınlık da kötüdür. Kötü kızgınlık hakkındaki bazı nasslar (âyet ve hadisler) ve sözler şöyledir:
* Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Kâfirler, kalplerinde haksız kızgınlık barındırmışlardır. Buna karşılık, Allah, peygamberin ve müminlerin üzerine sükûnet indirmiştir." (Feth, 26)Bu ayet-i kerime, kâfir ve imansızların kendi hayvanî tabiatlarına uyup kızgınlık gösterdiklerini, peygamber ve mü­minlerin ise Allah Teâlâ’nın hıfz ve terbiyesi sayesinde bu huyu yendiklerini bildirmiştir.
* Bir adam, "Ya Rasûlullah! Bana cennete götüren bir amel öğret." dedi. Allah Rasûlü (as) ona şunu söyledi: "Bu amel kızmamaktır." (Buharî)
* Bir adam, "Ya Rasûlullah! Beni Allah Teâlâ’nın kızgınlı­ğından hangi amel korur?" diye sordu. Allah Rasûlü (as), "Senin onun kullarına kızmaman." (Taberanî, Ahmed) dedi.
* Allah Rasûlü (as), "Size göre pehli­van kimdir?" diye sordu. Yanındakiler, "Pehlivan sırtı yeri getirilemeyendir." dediler. Kendisi, "Hayır! Gerçek pehli­van, kızdığı anda kendine hâkim olan kimsedir." buyurdu. (Müttefekun aleyh)
* Allah Rasûlü (as) şunları söyle­miştir: "Allah Teâlâ, kızgınlığını yutan kimsenin kusurları­nı örter." (İbnu Ebid-Dünya), "Sirke balı bozduğu gibi, kızgınlık da imanı bo­zar." (Taberanî), "Kızan bir kimse, kızgınlığıyla cehennemin kenarına gelir. Bir taşkınlık ve haksızlık yapınca da cehennemin içi­ne düşer." (Bezzar, İbnu Adiyy)
* Zulkarneyn şöyle demiştir: "Şeytan, kötü hislerin galeyanı sırasında insana tamamıyla hükmeder. Bu hislerin en kötülerinden birisi, kızmaktır. Onun için, hiç kızmamak mümkün olmasa bile, henüz bir kötülüğe yol açmamışken onu frenleyip sakinleşmeye çalışmak lâzımdır. Acelecilik, kabalık ve katılık da bu kötü hislerdendir."
* Vehb İbni Münebbih şöyle demiştir: "İnsan kızdığı zaman, çocuğun top ve topaçla oynaması gibi, şeytan onunla oynar."
* Hayseme şöyle demiştir: "İnsanın şeytana karşı işi zorcadır. Çünkü o şehvet duyduğu zaman şeytan gelip kalbine girer; hiddet duyduğu zaman da gelip başına girer."
* Cafer İbni Muhammed (Cafer es-Sadık) şöyle demiş­tir: "Kızmak her kötülüğün anahtarıdır."
* Bir sahâbî şöyle demiştir: "Kızan insan, çok akıllı da olsa kızarken ahmaklaşır. Ahmağa verilecek cevap ise sus­maktır." Onun için, kızan kimseye karşı susmak tavsiye edilir. Çünkü o, söylenecek en akıllıca sözleri bile yanlış an­lar ve yanlış tepki gösterir.
* Mücâhid şöyle demiştir: "Kızgınlık, sarhoşluk gibi­dir. Bu iki hâlde de şeytan, insanı şuur dışı konuşturur ve ona pişman olacağı işler yaptırır. Onun için, kızgınlık da, sarhoşluk da şeytanın işleridir. İnsandaki cimrilik ve ger­çek dışı hayâllerle oyalanmak da onun oyunlarıdır."
* Bir hakîm şöyle demiştir: "Bir insan şehvet, hiddet ve heveslere mahkûm ve mağlup değilse, ancak o zaman ira­de sahibi sayılır."
* Başka bir hakîm şöyle demiştir: "Kızgınlıktan sakın. Çünkü insan isen bundan pişman olursun; insan değilsen Allah seni pişman eder."
* Şunlar söylenmiştir: "Kızmak, aklın ve akıllı davranı­şın iflas hâlidir.", "Kızmak, şeytanın yularıdır.", "Kızmak, cehennemin bir kapısıdır."
* Abdullah İbni Mübarek şöyle demiştir: "Güzel ahlâkın temeli kızmamaktır."
*Vehb İbni Münebbih şöyle demiştir: "Kötü ahlâkın te­mel unsurları hiddet, şehvet, tamahkârlık ve aceleciliktir."
Bil ki, insandaki hisleri yaratan Allah Teâlâ'dır. Allah Teâlâ ise Hakîm (hikmet sahibi) ve Rahîm (merhametli) ol­duğu için, hiç bir şeyi boşuna veya zarar için yaratmamış­tır. Bu sebeple, şehvet ve kızgınlık hisleri de yaratılışları iti­barıyla gereksiz veya zararlı değil, lüzumlu ve yararlı hislerdir. Çünkü, insanlar (ve genel olarak bütün canlılar) biri içte, diğeri dışta olmak üzere iki tehlike ile karşı karşıyla­dırlar.
İçteki tehlike vücudun gıdasız kalmasıdır. Vücudun gıdasız kalması ise ölümün ve her türlü hastalığın sebebi­dir. Bu tehlikenin önlenmesi için, Allah Teâlâ insanlarda (ve bütün canlılarda) yiyecek ve içecek maddelerine karşı şeh­vet ve iştihâ yaratmıştır.
Dıştaki tehlike ise, çevredeki zararlı şeylerdir. Allah Teâlâ, çok ve çeşitli olan bu zararlıların defedilmesi için de hiddet ve kızmak hissini yaratmıştır. Hakikat-i hâl bu oldu­ğu için, bu hislerin yaratılması ve var olması kötü değildir. Kötü olan, bunların maksat dışı veya yanlış ve ölçüsüz bir şekilde kullanılmasıdır.
(Hisler bu anlamda silâh gibidirler. Silâhların da ken­dileri değil, yanlış kullanılmaları kötüdür.)
Bu açıdan ele alınınca, kızgınlığın da, diğer hisler gibi, üç hâli olduğu görülür. Bunlar tefrit, ifrat ve itidal hâlleri­dir. Kızgınlığın tefrit hâli, bu hissin hiç duyulmaması veya yetersiz olmasıdır. Bu hâl, bir kusur ve eksikliktir. Buna, "hamiyetsizlik, gayretsizlik, şahsiyetsizlik" de denir. İmam Şafiî (ra) şöyle demiştir: "Gerekli olan yerde kız­gınlık duymayan bir kimse eşektir."
Gerekli olan yerde hiddet ve gayretin kötü olmadığı, aksine övülecek bir meziyet olduğu için Allah Teâlâ, mü­minleri azgın ve saldırgan kâfirlere karşı şiddetli olmakla vasıflandırıp "Onlar kâfilere karşı şiddetli, kendi araların­da merhametlidirler." (Feth, 29) buyurmuş ve âlemlere rah­met olması için gönderdiği peygambere, "Ey Nebî! Kâfir ve münafıklarla mücahede et ve onlara sertlik göster." (Tahrim, 9) emri­ni vermiştir. Aynı sebepten dolayı, Allah Teâlâ, zina edenle­rin kamçılanmasını ve O'nun hükmü tatbik edilirken gü­nahkârlara acınmamasını da emretmiştir. (Nur, 2)
Allah Rasûlü (as) da bir münasebetle şunu söylemiştir: "Sa’d (İbni Ubâde) gayretli bir in­sandır; ben Sa’d'dan daha gayretliyim; Allah da benden daha gayretlidir." (Müttefekun aleyh) Gayret, gerekli olduğu ve gerektiği yer­de kızmaktır.
Allah Teâlâ hem merhametli, hem de gayretli ve hid­detlidir. Bunu bildiren bir âyette şöyle buyurulmuştur: "Kullarıma bildir ki, ben bağışlayan ve merhamet edenim, benim azabım da en çok elem veren azaptır." (Hicr, 49)
Gayret taşımayan bir insan namusuna da sahip çık­maz. Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuş­tur: "Namusunu kıskanmayan bir kimse deyyustur; cennet de deyyuslara haramdır."
Şöyle denilmiştir: "Bir milletin erkekleri gayretli olur­larsa, kadınları da namuslu olurlar."
Din, hak ve insanlık adına gayret taşımayan bir kimse­nin etrafı kötülüklerle dolsa, onun kılı kıpırdamaz, o ağzı­nı açıp bir söz söylemez ve her hangi bir tepki göstermez. Bu hâl ise insanın iç bünyesinin (akıl, kalb ve vicdanının) çürümüşlük ve kokuşmuşluk hâlidir.
Kızgınlığın ifrat hâli, bu hissin din, akıl ve maslahatın kontrolünden çıkması ve taşkınlık hâlini almasıdır. Tefrit hâlindeki kızgınlık, sahibine zulüm ve haksızlık yapılması­na sebep olurken, ifrat hâlindeki kızgınlık da başkalarına zulüm ve haksızlık yapılamasına sebep olur. Kızgınlığın if­rat hâli de tabiî ve sun'î olmak üzere iki kısımdır. Tabiî olan kızgınlık, eğitime tabi tutulmamış ham bir mizacın ölçüsüz tepkisidir. Sun'î olan ise, genel toplumda veya belli çevre­lerde yerleşmiş olan kötü anlayış ve âdetlere uyma hevesi­dir. Kabalığı ve kavgacılığı şeref ve erkeklik sayan bir top­lum ve çevrede, kızgınlık ifrat derecesine çıkar. Böyle yer­lerde insanların gözleri kör, kulakları sağırdır. Onun için bu insanlar hiddet ve şiddetin kendilerine getirdiği zarar­ları görmez ve bu yönde yapılan uyarı ve ikazları da dinle­mezler.
İfrat derecesinde kızmış olan kimse, gücü yettiği za­man kızdığı şeye (veya insana) saldırır ve onu yıkmaya ça­lışır. Buna gücü yetmediği zaman da kızgınlığını kine dö­nüştürüp kalbinde depolar.
İfrat derecesinde kızan bir insan da sarhoş gibi denge­siz ve tutarsız olur; sureti de çirkin bir vaziyet alır. Kendisi bu durumunu görse, utancıdan saklanacak yer arar.
Kızgınlığın itidal hâli ise, onun din, akıl ve maslahatın emrine uyması ve bunların işaretine göre artıp azalmasıdır. Bu hâl, istikamettir. Müminler günde beş kere namazlarda Allah Teâlâ'dan istikamet isterken, kızgınlığın itidal hâlini de istemiş olurlar. Bu itidal ve istikameti bulmuş olanlar, kızmanın güzel olduğu yerde kızarlar, hilim ve tahammülün güzel olduğu yerde de kızgınlıklarını yutar ve yumu­şak davranırlar.
Bazı kimseler, riyazet ve eğitimle kızgınlığı kökten yok etmenin mümkün olduğunu iddiâ etmişlerdir. Ancak bu iddiâ da, huyları bir parça değiştirmenin ve iyileştirmenin mümkün olmadığını iddiâ etmek gibi yanlıştır. Bu iddi­alardan birisi ifrat, diğeri tefrittir. Doğru olan görüş odur ki, diğer huylar gibi, kızgınlığı da yok etmek değil, fakat iyileştirmek ve ıslah etmek mümkündür. Eğitim ve riyaze­tin faydası da bu iyileştirmeyi sağlamaktır.
Kızgınlığa sebep olan şeyler üç çeşittir.
Birincisi, herkes için zarurî olan şeylerdir. Bunlar açlı­ğı bastıran yiyecek, susuzluğu gideren su, barınılan mes­ken, avreti örten elbise, ağrıları önleyen sağlık gibi şeyler­dir. Bu çeşit şeyler, vazgeçilmesi mümkün olmayan şeyler oldukları için, onlara gelen zararlar herkesi kızdırır.
İkincisi, bazı kimseler için zarurî olan, fakat diğer bazı­ları için zarurî ve hatta anlamlı olmayan şeylerdir. Bunlar meslek sahiplerinin âlet ve edevatıdır. Âlimler için kitaplar da bu şeylerdendir. Bu çeşit şeylere gelen zararlardan dola­yı ancak onlara ihtiyaç duyan ve onları kullanan meslek sa­hipleri kızarlar.
Üçüncü çeşit şeyler ise, hiç kimse için zarurî olmayan, ancak yanlış inançlar ve telkinler yüzünden aranan ve önemli bulunan şeylerdir. Şöhret, ihtiyaç fazlası servet ve çoğu şehvetler böyledirler. Dünya ehli bu şeyler üzerinde titrer ve onlar için kızıp kavga ederken, dünyayı maksat ve gaye hâline getirmemiş olan basiret ehli kimseler, bunlar için kızmazlar. Onların nazarında dünya bir şey değildir ki, onun için kızılsın veya kavga edilsin.
Allah Rasûlü (as), dünyada üç şe­yin kendi ölçüleri içinde önem taşıdıklarını, bunların dışın­daki şeylerin ise boş ve anlamsız olduğunu ifade ederek şöyle buyurmuştur:
"Bir kimse kalb huzuru, vücut sağlığı ve günlük gıdaya sahip ise, o kimse bütün dünyaya sahiptir." (Tirmizî, İbnu Mâce)
Riyazet ve eğitimle, hakikatte hiç bir değeri olmayan ve çoğunluğu oluşturan üçüncü kısım şeyler için hiç kız­mamayı öğrenmek, birinci ve ikinci kısımlar için ise kızgın­lığı irade altına almak ve onu ancak dinin izin verdiği ölçü ve şekilde kullanmayı başarmak mümkündür.
Zarurî ve gerekli olmayan üçüncü kısım şeyler, 'dün­ya' ismiyle anılırlar. Dünya için kızmak ise ihtiyaçtan dola­yı değil, onu sevmekten dolayıdır. Halbuki dünyayı sev­mek de, dünya için kızmak ve kavga etmek de yanlıştır. Çünkü, dünya kimsenin kalıcı mülkü değildir. Onun için çoğu zaman dünya için kavga bitmeden dünya mülkiyeti son bulur. Böylece de kavganın boşluk ve anlamsızlığı or­taya çıkar. Ebedî mülk ise, ahirette sahip olunabilen şeyler­dir. Bu sebeple, meşru sınırlar dahilinde kızmak da, kavga etmek de bu şeyler için yapılmalıdır.
İnsanlara kızmak veya kızmamak, onları irade ve ini­siyatif sahibi görüp görmemekle de alâkalıdır. Hakikî tev­hide göre, kâinatta olup biten işlerde irade ve inisiyatif sa­hibi yalnızca Allah Teâlâ'dır. Sebepler ve insanlar ise, O'nun irade ve kudretine mahkûm olan robotlardır. Robot­lara kızmak anlamsız olduğu gibi, sebeplere ve insanlara kızmak da anlamsızdır.
Allah Teâlâ, bazı sebepleri ve insanları hayırda, bazıla­rını da şerde kullanır. O, Arıya bal yaptırıp rahmetinin lez­zetini, akrebe zehir kusturup azabının şiddetini gösterir. Kendisi, insanların da bir kısmını arı, bir kısmını akrep gi­bi yaratmıştır. Allah Rasûlü’nün ifadesiyle, onların bazısını hayırlara, bazılarını da şerre anahtar yapmıştır. Anahtarla­rı çeviren ise kendisidir. Onun için, bu hakikati bilenler, âlet ve anahtar durumunda olan sebeplerden ve insanlar­dan ne bir şey beklerler, ne de bekledikleri olmayınca onla­ra kızarlar. Bunlar sadece, onlardan yararlanmaya ve şerle­rinden sakınmaya çalışırlar. Kendilerine hayır gelse, Allah Teâlâ'dan bilir ve O'na şükrederler, şer gelse sünnetullaha uymayı ihmal etmelerine ve yaklaşımlarındaki yanlışlarına hamledip tevbe ve istiğfar ederler. Onun için, bunların kor­ku ve ümitleri sadece Allah Teâlâ'ya karşıdır. Çünkü sebep­ler ve insanlar O'nun elindeki araç ve gereçlerdir. Bir kâti­bin elindeki kalem, bir çiftçinin elindeki kazma, bir maran­gozun elindeki çekiç, bir ressamın elindeki fırça ne ise, bü­tün sebepler ve insanlar da Allah Teâlâ’nın kudretinin elin­de odur. Bu hakikate vâkıf olan Allah Rasûlü (as), on sene kendisine hizmetçilik yapan Enes'e hiç kızmamış, onun yapmadığı bazı işlerden dolayı kızan olur­sa da, kendisi, "Bırakın, o şey mukadder olsaydı kendisi onu yapardı." demiştir.
Hakikî tevhid'e inananlar, insanları konuşturanın da Allah Teâlâ olduğunu bilirler. Bu sebeple, onlar kendilerine tenkid veya hakaret şeklinde söylenen sözden de doğru mâna çıkarırlar. Örneğin, bir adam Selman-ı Farisî'yi eleş­tiren bir söz söyledi. Selman (ra) adama kız­madı, ona şu karşılığı verdi: "Eğer ahirette amelimi tartan terazi hafif gelirse, ben senin söylediğinden de daha kötü­yüm."
Bir adam Rabî' İbni Hayseme kötüleyici bir söz söyle­di. Rabî' kızmayıp şu karşılığı verdi: "Cennetle aramda bir mesafe vardır. Eğer onu aşamazsam, ben senin söylediğinden de kötüyüm." Bir adam Şa'bî'ye ağır bir söz söyledi. Şa'bî kızmadan şöyle dedi: "Söylediğin doğru ise, Allah Teâlâ beni affetsin."
İnsanın kalbinde ahiret endişesi olursa, kendisi dünya için ne sevinir, ne üzülür, ne de kızar. İnsanlar arasındaki kavgaların hemen tamamı, onların kalplerinde bu endişeyi taşımamalarının kötü sonuçları ve cezalarıdır.
Her hangi bir sorunun çözümü, onu oluşturan sebep­leri ortadan kaldırmak şeklinde olduğu için, kızmanın önüne geçmek ve öfke kabarmasını önlemek için de onu tahrik eden sebepleri yok etmek lâzımdır. Bunu yapabilme­nin ilk şartı da bu sebepleri bilmektir.
Bu sebepler, kötü ahlâkı oluşturan kibirlenmek, kendi­ni beğenmek, başkasını küçük görmek, onu ayıplamak, münasebetsizlik yapmak, tartışma çıkarmak, zıtlık güt­mek, sözünü yerine getirmemek, mal ve dünya şerefine aşırı düşkünlük göstermektir. Bu kötü huylar bir kişide bu­lunursa, ya kendisi kızar, ya da başkalarını kızdırır. Onun için, bu huylardan bırakılabilenleri bırakmak, ıslah edilebi­lenleri de ıslah etmek lâzımdır. Bu huylardan olan kibir, di­ğerlerinin anası ve kaynağıdır. Aslında bu huyun yaratılışı, insanı bayağılıktan, basitlikten ve rezillikten korumak için­dir. Fakat yanlış kullanılması yüzünden, o, her türlü baya­ğılığın, basitliğin ve rezilliğin membaı hâline gelir.
Kibrin önüne geçmek için bilmek lâzımdır ki, insanla­rın üstünlüğü ve büyüklüğü yalnızca faziletledir. Fazilet ise iyi olmak ve iyilik yapmaktır. İyi olmanın başı ve başlangıcı da kendini diğer insanlardan üstün görmemek, on­lar gibi topraktan yaratıldığını düşünmek, yıldızlardan in­mediğine ve perilerden doğmadığına inanmamaktır. Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur: "Hepiniz Adem'den yaratılmışsınız, Âdem de topraktan yaratıl­mıştır. Onun için hepiniz topraktansınız.", "Arabın Arap ol­mayandan üstünlüğü yoktur. Üstünlük yalnızca takva ile­dir." Takvanın da birinci şartı kibir taslamamak ve büyük­lük vehmine kapılmamaktır.
Kızgınlığı tahrik eden diğer kötü huylardan kurtulma­nın çaresi de, ömrün hepsinin bile az geldiği ahiret işleriy­le uğraşmak, ahiret saadetine vesile olan dinî ilimler, güzel huylar ve hakikî meziyetlerin tahsili için ciddî bir gayretle çalışmak, insanları küçük görmenin ve onlara eziyet ver­menin hüner ve marifet olmadığını düşünmek, kendini kö­tü söz ve davranışlara müstahak ve muhatap edecek hâl­lerden uzak durmak, dünya geçimi için aza kanaat etmek, başkalarına muhtaç olma zilletinden kurtulmanın ve istiğ­nanın izzet ve huzurunu duymanın bununla (aza kanaat etmekle) mümkün olduğunu kabul etmektir.
Nefsin kötü huylarından vazgeçmek başlangıçta ona ağır ve zor gelir. Lâkin bunun faydalarını gördükçe ağırlık hafifliğe, zorluk rahatlığa dönüşür.
Olur olmaz yerde kızmayı "izzet-i nefis" saymak da yanlıştır. Aksine, çoğu kızmalar nefsin izzetinden değil, zil­letinden, hamlığından ve terbiye görmemişliğinden kay­naklanırlar. Bunun gibi, kızmayı erkeklik saymak da doğru değildir. Çünkü en çok kızanlar kadınlar, hastalar, yaşlılar ve çocuklardır. En az kızanlar ise, sağlıklı, dengeli ve ken­dine güveni olan kuvvetli insanlardır. Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur: "Kuvvetli olan, başkasının sırtını yere getiren değil, kendi kızgınlığını yu­tandır." (Geçti)
Kızgınlığını yutmak peygamberlerin, velîlerin, âlimle­rin ve hakimlerin (büyük akıl sahiplerinin) huyudur. Kız­mak ise zorbaların, zâlimlerin, hâinlerin, câhillerin ve rezil­lerin ahlâkıdır.
Mâlik İbni Evs şunu anlatmıştır: "Ömer bir adama kız­mıştı. Ben, 'Ey Emîr'el-müminin! Allah Teâlâ, "Affı tut, iyi­liği emret, câhillerden yüz çevir." buyurmuştur.’ dedim. Ömer (ra) âyeti duyunca, havası çekilen balon gibi söndü ve yatıştı." Ömer İbni Abdulaziz bir adama kız­mış ve dövülmesini emretmişti. Bu adam için şefaatte bu­lunan birisi, Ömer'e, "Onlar kızgınlıklarını yutarlar ve in­sanları affederler. Allah bunları sever." âyetini okudu. Ömer (ra) yerinde büzüldü ve adamın serbest bı­rakılmasını emretti.
Allah Rasûlü (as) kızdığı bir ada­ma, "Kısas olmasaydı, canını incitecektim." demiştir. Bura­daki kısastan maksat, ahirette hakların tahsil edilmesidir. Bir sultan kızdığı zaman, daha önce kendi aralarında anlaş­tıkları vech ile onun veziri kendisine, "Zayıfa merhamet et ­ölümden kork; ahireti hatırla!" derdi. Sultan bu sözleri din­ler ve yatışıp kızgınlığı geçerdi.
Önceki bir semavî kitapta şöyle denilmiştir: "Ey insan! Kızdığın zaman benim hatırımı say ki, ben de kızdığım za­man senin hatırını sayayım." Bir adam kızdığı kölesini dö­vüyordu. Allah Rasûlü (as) bunu görünce, yüksek bir sesle, "Ey adam! Senin buna gücün yeti­yorsa, Allah’ın sana daha fazla gücü yetiyor. O'nun intika­mından kork!" dedi. Adam kendine gelip pişman oldu ve, "Ya Rasûlullah! Şâhid ol, bu köleyi Allah için azat ettim." dedi.
Kızmak, sorunları çözmenin yolu değildir. O, sorunla­rı büyütür ve yeni sorunlar doğurur. Çoğu düşmanlıklar, büyük kavgalar ve bunların beraberlerinde getirdikleri yı­kım ve kıyımlar, yutulabilen kızgınlıkların pahalı faturala­rıdır.
Kızgınlığını yutmak için kızan insanın çirkinleşen yü­zünü, deli saçmasına benzeyen sözlerini ve köpeğin ku­durması gibi olan davranışlarını düşünmek bile yeterlidir.
Tahriklere karşı kızmamanın halk nazarında korkaklık ve ayıp sayılması, kızmak için itici bir sebeptir. Ancak, bu korkunun Allah Teâlâ'dan olması ayıp değil, şereftir. Çün­kü Allah Teâlâ kendisinden korkup kötülük yapmaktan sa­kınanları şereflendirir ve yükseltir.
Mümin bir kimse, hareketlerini halk nazarındaki değe­rine göre değil, Allah Teâlâ yanındaki değerine göre tanzim eder.
Kızmak, bir yönüyle de, işlerin kendisinin istediği şe­kilde değil, Allah Teâlâ’nın istediği şekilde gelişmesine tep­ki göstermektir. Bu türlü bir tepki ise, imana zarar verir.
Kızgınlığını yatıştırmak için bu mülâhazaları akılda tutmanın yanında, şeytanın şerrinden Allah Teâlâ'ya sığın­mak ve sakinleşmeye yardımcı olan bir vaziyet almak da yararlıdır. Örneğin, bir adam kızmıştı. Allah Rasûlü (as) onu kasdederek şöyle buyurdu:
"Bu adam, 'Eûzu billahimineşşeytanirracîm' derse kızgınlığı geçer." (Müttefekun aleyh) Allah Rasûlü (as) şunları da söylemiştir: "Kızdığın zaman şöyle duâ et: "Allah'ım! Günahlarımı affet; kalbimdeki kızgınlığı gider ve beni saptırıcı ve sorun çıkarıcı fitnelerden (imtihanlar­dan, tahriklerden, kavgalardan) koru." (İbnus-Sunnî), "Kızdığınız za­man ayakta iseniz oturun; oturuyorsanız yere uzanın." (Ebu Dâvûd, İbnu Ebid-Dünya), "Biriniz kızdığı zaman soğuk su ile gusül yapsın (yıkansın) veya abdest alsın. Çünkü su, kızgınlığın hararetini söndü­rür." (Ebu Dâvûd), "Kızdığın zaman sus." (Ahmed)
Urve İbni Muhammed şunu söylemiştir: "Yemen'e va­li tayin edildiğim zaman babam bana şu nasihati yaptı: "Yavrum! Bir kimseye kızdığın zaman üstündeki göğe ve altındaki yere bak ve bunların kudretli yaratıcısını düşün."
Şöyle denilmiştir: "Sen kim, kızmak kim? Sen ilâh de­ğilsin. Sen, yakında ölüp vücudu birbirini yiyen fâni bir mahluksun.", "Yerdekilere merhamet et ki, gökteki de sana merhamet etsin.", "Allah’ın emrettiği cezaları uygula. Çünkü, insanlar ancak bununla ıslah olurlar. Ancak, Allah için kızıyorsan, Allah’ın kendisi için kızdığından (veya kız­maya izin verdiğinden) fazla kızma."
Allah Teâlâ, sevdiği ve kendileri için cenneti yarattığı müminleri şöyle tarif etmiştir: "Onlar bollukta ve darlıkta infak ederler (hayır için harcama yaparlar), kızgınlığı yu­tarlar ve insanları affederler." (Âl-i İmrân, 134), "Câhiller onlara sataştıkla­rı zaman, 'Bizden selâm!’ derler." (Furkan, 63), "Boş sözlerle taciz edil­dikleri zaman vakarlarını bozmazlar." (Furkan, 72)
Allah Rasûlü (as) da şunları söyle­miştir: "Kim kızgınlığını tutarsa, Allah Teâlâ'da ona karşı kızgınlığını tutar. Kim özür dilerse, Allah Teâlâ'da onun öz­rünü kabul eder." (Taberanî, Beyhakî)
"Bir insan, Allah Teâlâ’nın rızasını isteyerek kızgınlığı­nı yutmak kadar sevaplı bir iş yapmaz." (İbnu Mâce)
"Cehennemin bir kapısı vardır ki, oradan sadece kız­gınlıklarını günaha girecek şekilde giderenler girerler." (Geçti)
Hz. Ömer (ra) şöyle demiştir: "Allah Teâlâ'dan korkanlar kızgınlıklarını tatmin etmeye kalkmaz­lar ve her istediklerini yapmazlar. Eğer ahiret olmasaydı, bizi başka türlü görecektiniz."
Lokman Hekim şöyle demiştir: "Birisinden bir şey iste­mek yüz suyu dökmektir. Kızgınlığını tatmin etmeye kalk­mak da kendi küçüklüğünü teşhir etmektir."
Eyyûb şöyle demiştir: "Bir anlık hilim çok şerri defeder."
Sufyân es-Sevrî şöyle demiştir: "En üstün ameller kız­gınlık anında hilim, musibet anında sabırdır."
Selman (ra) bir adama, "Kızma!" dedi. Adam, "Bunu yapamam." dedi. Selman, "Öyleyse, kızar­ken elini ve dilini tut." dedi.
Muhammed İbni Kâ'b şöyle demiştir: "Üç haslet kim­de bulunursa, o kimse imanın kemâline ermiş olur. Bu has­letler sevdiği zaman günah işlememek, kızdığı zaman hak­tan ayrılmamak, gücü yettiği zaman kendisine ait olmayan bir şeye talip olmamaktır."
Bil ki, hilim kızgınlığı yutmaktan daha üstün bir er­demdir. Çünkü halîm olan kimsede yüzün değişmesi gibi kızgınlık belirtileri de görülmezler. Hilim iki türlüdür.
Birincisi, Allah vergisi olan hilimdir. Bu hilim, hazır bir hazine sahibi olmak gibidir. Bunun için yapılacak şey, Al­lah Teâlâ'ya şükretmekten ibarettir.
Allah Rasûlü (as) bir sahâbiye, "Al­lah Teâlâ sana sevdiği iki huy olan hilim ve acelesizlik ver­miştir." dedi. Sahâbi de, "Bana bu huyları veren Allah Teâlâ'ya hamd olsun." dedi.
İkincisi ise, sonradan kazanılan hilimdir. Bu hilim, kız­gınlığını mükerrer bir şekilde yutmak suretiyle kazanılır. Bu şekilde hilim kazanmak akla karayı seçmek gibi zordur; ancak neticesi güzel ve sevabı büyüktür.
Allah Rasûlü (as) bu konuda şunları söylemiştir: "İlim öğrenmekle, hilim kızgınlığı yutmakla kazanılır." (Taberanî, Darekutnî)
"Yüceliğe talip olun. Onu kazanmanın yolu ise, uzak­laşan akrabaya yaklaşmak (ona karşı sıla-i rahim yapmak), vermeyene vermek ve câhillik yapana hilim göstermek­tir." (Geçti)
"Hayâ ve hilim peygamberlerin huylarındandır." (Hâkim, Tirmizî)
"Kişi hilim göstermekle gündüz oruç tutan ve gece na­maz kılan abidlerin derecesine çıkar." (Taberanî)
"Bir adam, 'Allah'ım! Benim sadaka verecek malım yoktur. Bana yapılan haksızlıklara karşı hilmimi benim için sadaka olarak kabul et.’ diye duâ etti ve duası bu şekilde kabul edildi." (Beyhakî, Ebu Nuaym, İbnu Abdil-Berr)
"Bir kimsede üç fazilet yoksa o kimse boştur. Bu fazi­letler sahibini günahlardan koruyan takva, kavgalardan koruyan hilim ve muamelelerde gösterilen güzel ahlâk­tır." (Taberanî, Ebu Nuaym)
"Bir taife, kendilerinden hesap sorulmadan cennete gönderilirler. Cennet kapısında onları karşılayan melekler, amellerinin ne olduğunu sorarlar. Bunlar şöyle derler: "Bi­ze zulmedildiği zaman sabrederdik, sonra da affederdik; bize karşı câhillik yapıldığı zaman da hilim gösterirdik." (Beyhakî)
"Allah'ım! Beni ilimle zenginleştir, hilimle güzelleştir, takva ile şereflendir, afiyetle nimetleridir."
Hz. Ali (ra) şöyle demiştir: "Hayır mal ve evlat çokluğunda değil, ilim ve hilim çokluğundadır."
Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "İlim öğrenin ve onu hi­lim ile süsleyin."
Muâviye şöyle demiştir: "Hilmi kızgınlığına, sabrı iş­tahına gâlip gelmedikçe kişi olgunlaşmaz."
Bir adam, Abdullah İbni Abbas'a ağır sözler söyledi. Abdullah (ra), hizmetçisine dönüp, "Sor, bu zatın bir ihtiyacı varsa giderelim." dedi. Adam bunu du­yunca utandı ve soluğu kesildi. Halil İbni Ahmed şöyle de­miştir: "Sana kötülük yapana iyilik yaparsan, onun kalbini kendi lehine ve onun aleyhine çevirirsin." Allah Teâlâ şöy­le buyurmuştur: "İyilik yapmakla kötülük yapmak bir de­ğildirler. Sen kötülüğü en iyi şekilde defet. O zaman görür­sün ki, seninle arasında husumet bulunan kimse sıcak bir dost gibi olmuştur." (Fussilet, 34)
İsâ (as), bir grup yahudinin yanından geçti. Onlar kendisine kötü sözler söylediler, o ise onlara güzel sözler söyledi. Havarileri, niçin bu şekilde karşılık verdiği­ni sorunca da şöyle dedi: "Herkes, sahip olduğu şeyden in­fak eder (harcama yapar.) Onların sermayesi kötülüktür. Benim sermayem ise iyiliktir."
Lokman şöyle demiştir: "Hilmin varlığı kızgınlıkta, ce­saretin varlığı savaşta, dostluğun hakikiliği ihtiyaçta belli olur."
Bir adam bir hakimin ayağına basıp onu incitti. Hakîm kıvrandı, fakat kızmadı. Niçin kızmadığı sorulunca da şöy­le dedi: "O adamı taş farz ettim. Taşa da kızılmaz."
Allah Teâlâ’nın bir sıfatı halîm olmaktır. Onun benim­sediği bir sıfat, elbette ki güzel sıfattır.
Bil ki, Allah Teâlâ’nın hakkının da bulunduğu günahla­ra misliyle karşılık vermek câiz değildir. Bu sebeple, zina­ya zina ile, gıybete gıybetle, sövmeye sövmekle karşılık vermek haramdır.
Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuş­tur: "Birbirine söven iki kişi, bir birini teşhir eden iki şey­tandırlar." Fakat kızgınlık gösteren ve taciz eden bir kimse­ye karşı, "Ahmak! Ahlâksız! Câhil! Yüzsüz!" gibi kelimele­ri kullanmak câizdir. Çünkü, haksız bir şekilde birisine sa­taşan bir kimse hakikaten ahmak, ahlâksız, câhil ve yüz­süzdür. Ancak, ahmağın cevabı sükût olduğu için, susmak daha iyidir. Kaldı ki, konuşunca, câiz olan savunma mikta­rıyla yetinmek zor olduğu gibi, söz sözü açtığı için tartış­manın daha çok büyümesi ve daha fazla tatsızlaşması da mümkündür. Bunları düşünen bir şâir şöyle demiştir:
Bazen olur ki, bir âdinin yanından
Geçerim de sebep yokken söver beni
Bu huydur onda, nükseder pis kanından
Aldırmam ve derim ki o sever beni
Söylenen yalanları reddetmek ve kendi masumiyetini savunmak câizdir. Nitekim, Yûsuf (as), uğradığı iftiraya karşı kendi masumiyetini savunmuştur. (Yûsuf, 26, 52) Mal ve cana verilen zararlar da, tahsili istenebilen hak­lardır. Bunun birinci yolu mahkemeye başvurmaktır. Mah­keme görev yapmadığı takdirde, suçun kişisellik prensi­bini çiğnemeden ve miktar yönünden hakkını aşmadan za­rarları bizzat tahsil etmek de meşrudur. Burada da affet­mek önceliklidir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Bir kötü­lüğün cezası ona denk bir kötülüktür. Bununla beraber, kim (hakkını) bağışlar ve barışırsa onun mükâfatı Allah'a ait olur. Hiç şüphesiz, Allah zulmedenleri sevmez." (Şura, 40)
Kızgınlık, tatmin edilmesi elde olmayan bir sebeple ve özellikle güçsüzlük yüzünden önlendiği zaman, kalpte tı­kanır ve kin hâline gelir. Kin, hedef insana buğzedilmesi, ondan nefret edilmesi, onun varlığından rahatsızlık ve hu­zursuzluk duyulması ve bu olumsuzlukların devamlılık kazanmasıdır. Kin, kızgınlığın zehirli bir meyvesidir. Kinin zehiri şu şekillerde kendini gösterir.
1- Hased etmek. Hased, kinden dolayı hedef insanın nimet görmesine üzülmek, belâ görmesine sevinmektir. Bu hâl, münafıkların huyudur.
2- İçteki hasedi dışa vurmak ve sözü edilen üzüntü ve sevinci söz ve fiil ile açıkça göstermek.
3- Hedef insanla ilişkiyi kesmek, onun yaklaşmasına rağmen ondan uzaklaşmak.
4- Buna haklılık kazandırmak için de o insanı küçült­mek ve konuşmaya, dostluğa değmediğini ileri sürmek.
5- Onun hakkında helâl olmayacak şekilde konuşmak, örneğin onu gıybet etmek, ona iftira etmek, sırrını ifşa et­mek ve onu sıkıntıya sokan hâllerini açıklamak.
6- Onu çirkinleştirmek ve onunla alay etmek maksa­dıyla söz ve davranışlarını taklit etmek.
7- Fırsat bulunca vücuduna veya malına zarar vermek.
8- Alacağını vermek, affını istemek, sıla-i rahim yap­mak gibi haklarını ifâ etmemek.
9- Onun hakkında su-i zan etmek, kötü olduğunu dü­şünmek, iyi olduğuna ihtimal vermemek.
10- Ona haksızlık yapan veya düşmanlık edenle dost olmak ve ona bu suretle eziyet vermek. Bir müslümana kin tutan sözde bir müslüman, onun inadına ve onun düşma­nıdır diye bir kâfir veya mürtedle dostluk kurar ve onun tarafına geçerse, Allah Teâlâ’nın gayretine dokunan büyük, bir günah işlemiş olur. Ehl-i kitap olan yahudiler, Allah Rasûlü’ne ve ona iman edenlere karşı duydukları kinden dolayı, kitapsız müşriklerin bunlardan üstün olduklarını söyleyince, Allah Teâlâ şu ayetleri indirmiştir:
"Kendilerine Kitaptan bir nasip verilenlere bakıp şaş­madın mı? Bunlar putları ve şirki hoş görüyor ve dinsizlerin müminlerden daha iyi yolda olduklarını söylüyorlar. Allah bunlara lanet etmiştir." (Nisa, 51, 52)
Kin duyan bir kimse din kardeşinin yüzüne gülmez, onunla yumuşak konuşmaz, onu önemsemez, ona acıyıp merhamet etmez ve ihtiyacını görmez, onunla birlikte bir hayır işini yapmaya yanaşmaz, onun iyiliklerini söylemez ve ona iyi davranılmasını tavsiye etmez. Bütün bunlar, kin duyan müminin manevî derecesini düşüren, ona büyük se­vaplar kaybettiren ve ona çok sayıda günahlar kazandıran kötülüklerdir. Onun için Allah Rasûlü (as), olabilirmiş gibi kin tutmayı nehyetmemiş, kesin bir ifade ile müminin kinci olamayacağını bildirerek, "Mümin kinci değildir." demiştir. (Geçti)
Bil ki affetmek, sahip veya müstahak olduğu bir hakkı düşürmek ve onu elde etmekten vazgeçmektir. Affetmek, hilim göstermek ve kızgınlığını yutmaktan ayrı bir şeydir. Çünkü hilim göstermek veya kızgınlığını yutmak, hakkını meşru yollarla aramaktan vazgeçmek anlamına gelmez. Affetmek ise bu arayıştan vazgeçmektir. Onun için affet­menin derecesi bu ikisinden de üstündür. Allah Teâlâ, "Af yolunu tut." (A'râf, 199) Ve "Affetmek takvaya daha yakındır." (Bakara, 237)buyurmuştur. Allah Rasûlü (as) da şunları söylemiştir: "Sadaka malı azaltmaz; affetmek kişiye şe­ref kazandırır; istemek fakirlik kapısını çalmaktır." (Müslim, Ebu Dâvûd, Tirmizî), "Te­vazu göstermek kişiyi yüceltir; tevazu gösterin ki Allah Teâlâ sizi yüceltsin. Affetmek kişiye şeref kazandırır; affedin ki, Allah Teâlâ sizi şereflendirsin. Sadaka malı bereketlendi­rir; sadaka verin ki, Allah Teâlâ malınızı bereketlendir­sin." (İsfahânî/et-Terhib vet-Terğib; Deylemî), "Musa, 'Ya Rabbi! Senin yanında en şerefli ve aziz olan kulun hangisidir?’ diye sormuş. Allah Teâlâ, 'O, gücü yettiği hâlde affedendir.’ cevabını vermiştir." (Harâitî), "Mahşerde insanlar hesabı beklerken, bir melek, 'Allah üzerinde hak­kı olanlar kalksınlar!’ diye seslenir. Haklarını Allah için af­fetmiş olanlar kalkarlar ve hesabı beklemeden cennete giderler." (Taberanî)
Muaviye (ra) şöyle demiştir: "Haksızlığa karşı sabır ve tahammül gösterin. Güç ve fırsat bulunca da affedin."
Şöyle denilmiştir: "Zulme uğradığı zaman hilim göste­ren, fakat güç ve fırsat bulunca intikam alan bir kimse ha­lîm değil, kincidir."
"Allah Rasûlü (as), kendi hakları için kimseyi cezalandırmazdı. Allah’ın hakkını ve kul hak­kını ise cezasız bırakmazdı." (Müslim)
Allah Rasûlü (as), Mekke'yi fethet­tiği gün, Mescid-i Haram'a girip Kabe'yi tavaf etti, iki rekât namaz kıldı, ondan sonra Kabe'nin kapısında durup meydanda toplanmış olan Mekke halkına döndü, "Allah'tan başka ilâh yoktur; O birdir, ortaksızdır. Kuluna verdiği sö­zü yerine getirdi, kuluna yardım etti ve kendi gü­cüyle onun muhaliflerini yendi." dedikten sonra, "Ey Kureyş topluğu, ey Mekke halkı! Bana yaptığınız kötülük ve haksızlıklara karşı bugün benden ne bekliyorsunuz?" diye seslendi. Yaptıkları kötülüklerden dolayı kılıçtan geçiril­mesi lâzım gelen bu suçlu insanlar, "Senden af ve iyilik bekliyoruz. Çünkü sen kerem sahibi ve merhametlisin." dediler. Allah Rasûlü (as) onları süzdü ve, "Ben de kardeşim Yusuf gibi, 'Bugün size kınama yok­tur. Allah sizi affetsin.’ (Yûsuf, 92) derim. Serbestçe evlerinize gidin." dedi. O insanlar, kabirden çıkmış gibi rahatladılar ve bu âlicenaplığa karşı İslâm’ın hak din olduğunu anlayıp müslüman oldular. (İbnu Ebid-Dünya, İbnul-Cevzî)
Hz. Ebu Bekir (ra), akrabası Mistah’ın ge­çim masrafını karşılar ve ona yakınlık gösterirdi. Münafık­lar Hz. Aişe'ye yönelik ağır bir iftira uydurunca, Mistah da onların diliyle konuşmaya başladı. Bunu duyan Hz. Ebu Bekir (ra), çok kırıldı ve bir daha bu nankör adama masraf vermeyeceğini ve yüzüne bakmayacağını söyledi. Fakat onun bunu söylemesinden hemen sonra bir âyet indirildi. Allah Teâlâ bu âyette, Hz. Ebu Bekir’i kasdederek şöyle diyordu: "İçinizdeki fazilet ve servet sahibi kim­seler, akrabalarına, miskin ve muhacirlere yaptıkları yardı­mı kesmesinler; affetsinler, hoş görsünler. Siz, Allah’ın sizi affetmesini istemez misiniz? Allah affedici ve merhametlidir." (Nûr, 22) Onu örnek alın. Bu âyet kendisine okununca, Hz. Ebu Bekir, ağlayarak, "Allah'ım! Elbette ki, bizi affetmeni isteriz." dedi ve Mistah'ı affedip eskisi gibi ona bakmaya devam etti.
Abdullah İbni Mes’ûd (ra), pazara çıkmış ve bir şey almıştı. Parasını vermek için cüzdanını arayınca, onun çalındığını anladı. Bunun üzerine, aldığı şeyi geri ver­di ve şöyle duâ etti: "Allah'ım! Paramı çalan hırsız, ihtiyaç­tan dolayı çalmışsa, onu kendisine mübarek kıl; para hırsıy­la çalışmışsa bundan sonra kendisine bu günahı işletme."
İbnul-Mukaffa' şöyle demiştir: "Haksızlık ne kadar büyükse, onu affetmenin derecesi ve şerefi de o kadar bü­yüktür."
Bir grup bozguncu, Halife Abdulmelik'e karşı isyan çı­karmışlardı. Yorucu bir uğraşmadan sonra, Halifenin gücü galip geldi ve isyancılar yakalanıp onun huzuruna getiril­diler. Halife, veziri Recâ'ya dönüp, "Bunlara ne yapalım?" diye sordu. Vezir, "Sultanım! Allah Teâlâ sana sevdiğin ga­libiyeti verdi, sen de O'nun sevdiği affı ver." dedi. Bu söz üzerine, Abdulmelik, suçluları affedip serbest bıraktı.
 (Yukarıda geçen bir hadis mealinde de işaret edildiği gibi, affedilebilen ancak kişisel haklardır. Bu itibarla, bir kimse ancak kendi şahsî haklarını affetme yetkisine sahip­tir. O, ne Allah Teâlâ’nın, ne de bir başkasının hakkını affet­me yetkisine sahip değildir. Kamu hakları da affedilemeyen haklardandır. Kişisel hakların helâl edilmesi için aracı ve ricacı olmak da, onların affedilmesi gibi sevaptır. Buna şefaat etmek denir. Allah Rasûlü (as), "Şefaat edin, sevap kazanırsınız." buyurmuştur.)
Bil ki, sertlik, şiddet ve katılık zemmedilmiş (dinen kötülenmiş), bunların zıddı olan yumuşaklık ise medhedilmiş ve övülmüştür.
Yumuşaklık, güzel ahlâkın güzel bir meyvesidir. Yu­muşaklığı, ancak kızgınlık ve şehvet hislerini itidal çizgi­sinde tutanlar gösterebilirler.
Allah Rasûlü (as) yumuşaklık hak­kında şunları söylemiştir:           .
"Allah Teâlâ bütün işlerde yumuşaklığı sever." (Müttefekun aleyh)
"Kime yumuşaklık verilmişse, ona dünyanın da, ahire­tin de hayır ve iyiliği verilmiştir." (Ahmed)
"Allah Teâlâ, sertlikle vermediği şeyleri yumuşaklıkla verir. O, bir kulunu sevince de ona yumuşaklık verir." (Taberanî)
"Yumuşaklıktan mahrum olan bir kimse, bütün hayır­lardan mahrum olur." (Müslim)
"Yumuşaklık, iş ve ilişkilere güzellik ve bereket ka­tar." (Müslim, Taberanî)
"İlmin süslediği iman ne güzeldir. Amelin süslediği ilim ne güzeldir. Yumuşaklığın süslediği amel ne güzeldir."
Ebu Avn el-Ensârî şöyle demiştir: "İnsanların söyledi­ği sert bir kelimenin mânasını ifade edebilen yumuşak bir kelime de vardır. Onun yerinde bunu kullanmak onlara bir külfet de getirmez."
"Allah Rasûlü (as), Şer'î hükmü ay­nı veya birbirine yakın olan işlerden her zaman kolay ola­nını seçerdi." (Müslim)
Allah Rasûlü (as) şöyle duâ etmiş­tir: "Allah'ım! Ümmetime kolaylık gösterene kolaylık gös­ter; ümmetime zorluk gösterene zorluk göster."
Daha önce de ifade edildiği gibi, hased kinin, kin de kızmanın sonuçlarıdır. Hasedin de pek çok kötü sonuçları vardır. Onun için, bu huy kötülenmiş ve nehyedilmiştir. Al­lah Teâlâ, hiddetle şunu sormuştur: "Bu hasetçiler, Allah’ın insanlara kendi cömertliğinden verdiği nimetleri mi kıska­nıyorlar?!" (Nisa, 54) Allah Rasûlü (as) da şunla­rı söylemiştir:
"Hased, ateşin odunu yaktığı gibi, sevap ve iyilikleri yakar." (Geçti)
"Birbirinize hased etmeyin; birbirinizden kopmayın; birbirinize buğzetmeyin; Allah’ın kullarısınız, kardeş olun." (Müttefekun aleyh)
"Kötü zan, fal ve kıskançlıktan uzak durun. Bunlar iradeniz dışında oluşurlarsa, o zaman da onlara göre hare­ket etmeyin." (Taberanî, İbnu Ebid-Dünya)
"Kıskançlık ve buğz eski hastalıklardandır. Bunlar dini (dindarlığı) güdükleştirirler." (Tirmizî)
(Fal iki mânaya gelir. Birincisi, bir şeyi uğursuzluk alâmeti say­maktır. Cahiliyet devrinde, bazı şeyler ve bazı hayvanlar uğursuzluk alâmeti sayılırdı, ikincisi ise, bazı şeylere bakarak insanların geleceğini söylemektir. İslâm bunların ikisini de iptal etmiştir.)
"Din kardeşin için kötülük isteme. Aksi takdirde, Allah Teâlâ onu korur da kötülüğü senin başına getirir." (Tirmizî)
"Kıskanç kimse, Allah Teâlâ’nın nimetlerinin düşmanı­dır; O'nun takdirine kızgındır; O'nun kulları arasında yap­tığı taksime razı değildir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: 'Rabbinin rahmetini hasetçiler mi taksim edeceklerdir?!’ (Zuhruf, 32)
"Ümmetim için en çok korktuğum şey, ileride mal ve servetin çoğalması sebebiyle birbirine hased edip kavga et­meleridir." (Müslim, Ahmed)
Hased göz karartan, baş döndüren bir histir. Bu hisle her türlü günah işlenir ve her çeşit kötülük yapılır. Hased yüzünden, İblis, Adem (as)’ın Allah yanındaki de­recesini kıskanmış ve Allah’ın emrine karşı gelmiştir. Bu olay, Kur’ân-ı Kerim'de şöyle anlatılmıştır:
"Biz meleklere, 'Adem'e secde edin.’ dedik. Onların hepsi secde ettiler. İblis ise secde etmedi, kibirlendi ve kâ­firlerden oldu." (Bakara, 34)
Âdem'in bir oğlu diğer bir oğlunu, yani kardeşini kıs­kanmış ve onu öldürmüştür. (Mâide, 27) Yakup (as)’ın oğul­ları, onun Yusuf’u daha çok sevmesini kıskanmışlar ve bu sebeple onu kuyuya atıp ölüme terk etmişlerdir. (Yûsuf, 8, 9)
Avn İbni Abdullah şöyle demiştir: "Kibirden, hırstanve hasetten uzak durun. Çünkü işlenmiş bütün suç ve cinayetlerin altında bunlar vardır. Ashâb arasındaki savaştanbahsedildiği zaman susun. Kaderden söz edildiği zaman sükût edin."
Sultana yakın olan bir adam, ona hep: "İyilere iyilik et. Kötüleri de affet. Çünkü iyiler iyiliğe lâyıktırlar, kötüler de nasıl olsa Allah Teâlâ'dan cezalarını bulurlar." derdi. Bu adamın sultana yakınlığını kıskanan rakibi, bu yakınlık ni­metini bozmak istedi ve sultana, "Bu adam, senin ağzının kötü koktuğunu söyler. Dilersen, onu çağır ve kendin gör." dedi. Sultan, "Öyleyse onu getir." dedi. Rakîp, onu buldu ve önce kendisine bol sarımsaklı bir yemek yedirdi. Ondan sonra da sulatanın kendisini istediğini bildirdi. Adam, bu hâliyle sultanın huzuruna çıkınca, ağzını elinin üstüne koydu. Sultan kendi kendine, "Demek ki, bu adam ağzı­mın kokusundan sakınıyor." dedi ve hemen ona bir yazı yazıp hazine memuruna gitmesini emretti. Adam dışarı çı­kınca, rakibi onu karşıladı ve elindeki yazının hazineye ya­zıldığını görünce, bununla adama para verileceğini zannet­ti ve tamaha kapılıp onu kendisine vermesini rica etti. Adam da verdi. Rakîp, yazıyı götürüp memura verdi. Me­mur yazıyı açıp okudu. Sultan, "Bu yazıyı getireni cellâda boğazlat, derisini yüzdür, içine saman doldurup bana gön­der." diye yazmıştı. Rakibin itiraz ve feryatları arasında emir yerine getirildi ve onun samanlı postu sultana gönde­rildi. Adam işin aslını öğrenince sultana, "Ben demedim mi, kötüler nasıl olsa cezalarını bulurlar?" dedi. Sultan onu tasdik etti ve kendisine daha çok değer vermeye başladı.
İbni Sirin şöyle demiştir: "Ben dünyaya ait bir şeyden dolayı hiç kimseyi kıskanmadım. Çünkü bir kimse cennet ehli ise, onun şimdiki nimeti ileride göreceği nimetlerin ya­nında çok az kalır ve kıskanmaya değmez. Ve eğer o cehen­nem ehli ise, bugün yarın azaplara düşecektir. Böyle bir kimse de kıskanılmaz."
Hasan şöyle demiştir: "Ey insan! Bir kimse kendisine verilen nimeti hak etmişse, hakkını bulmuştur. Onu hak etmemişse, o kendisinin cehennem azığıdır. Bu iki hâlde de neyi kıskanırsın?"
Ebud-Derdâ (ra) şöyle demiştir: "Bir insan ölümü çok düşünürse, onun hırs ve hasedi azalır."
Bir hakîm şöyle demiştir: "Hased, şifâ bulmayan bir yaradır. Hep sızlar ve sahibine acı çektirir." Hasetçi, başkasın­da bir nimet görünce kendini mağdur hisseder ve bunun kahrını duyar.
Hasedin diğer kötü huylardan farkı, hedef insanın pe­rişan olmasından ve elindeki nimetin yok olup gitmesin­den başka bir şeyle tatmin ve teskin olmamasıdır. Onun için Hz. Muâviye şöyle demiştir: "Herkesi memnun etmek mümkündür. Fakat, hasetçi nimetin zevalinden başka bir şeyle memnun olmaz."
Hased, başkasında bulunan bir nimetten dolayı rahat­sızlık duymak ve o nimetin zevalini (yok olmasını) istemektir. Hasedin aslı fıtrî ise de, onu şekillendirmek ve yön­lendirmek insanın elindedir.
Hased, başkasına fayda veya üstünlük kazandıran hak ve doğruları kabul etmeye de mânidir. Bu sebeple, yahudiler, müjdesini kitaplarında gördükleri ve gelmesini bekle­dikleri son peygamberin kendi ırklarından değil, Arap ır­kından olduğunu görünce, peygamberlik şerefini Araplara kazandırmamak için inkâr ve düşmanlık yoluna saptılar. Arabın ileri gelenleri de, Muhammed (as)’ın peygamberliğini kabul etmeleri hâlinde, onun kabi­lesinin kendi kabilelerinden üstün sayılacağını düşündüler ve bunu kıskanıp iman etmekten imtina ettiler. Nitekim Ebu Cehil bunu itiraf etmiş ve açıkça şöyle demiştir: "Mu­hammed'in yalan söylemediğini biliyoruz. Fakat, onun peygamberliğini kabul etmek, Haşimî kabilesinin üstünlü­ğünü kabul etmek anlamında olacaktır. Biz bunu kabul et­miyoruz."
Hasede benzeyen ve fakat hased ve günah olmayan bir duygu daha vardır. Bu duygu, hasetle aynı köke bağlıdır ve fakat doğru bir yönde geliştirilmiştir. Bu, gıpta etmek ve imrenmektir. Gıpta ve imrenme, başkasındaki nimetten hoşlanıp onun bir benzerini kendisi için de istemek ve bu­nun için duâ etmek ve çalışmaktır. Hased, insanı yıkmaya sevk ederken, gıpta çalışmaya ve üretmeye iter. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Allah’ın bir kısmınıza verdiği bir şeyi hased etmeyin. Herkese çalışmasının karşılığı vardır. Çalı­şıp Allah’ın cömertliğinden isteyin." (Nisa, 32) O, münafıklar hak­kında da şöyle buyurmuştur:
"Size bir iyilik dokunursa, bu onları (münafıkları) üzer, size bir kötülük dokunursa, bu onları sevindirir." (Al-i İmran, 120)
Allah Rasûlü (as) da şöyle demiştir: "Mümin gıpta eder. Münafık ise kıskanır."
Gıpta, çoğunlukla hayır olan bir şeyi imrenmek ve bu­nun tahsili için çalışmak ve hatta yarışmaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Rabbinizin mağfiretine ve gökle yer kadar geniş olan cennete doğru müsabaka edin." (Hadid, 21)
Allah Rasûlü (as) da şöyle demiştir: "Dünyada iki kişi gıpta edilmeye değer. Bunlardan birisi zengin olup malını hayır yolunda sarf edendir. Diğeri de âlim olup ilmiyle amel eden ve onu insanlara öğretendir." (Müttefekun aleyh)Fakat, yanlış bir tercih ve seçimle bazen şer de gıpta edile­bilir. Bu türlü gıpta ise günahtır. Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur:
"İnsanlar dört kısımdır. Bir kısmına Allah Teâlâ hem mal, hem de ilim verir. Bu insanlar mallarım ilme göre hayır işlerinde sarf ederler. Bir kısmına Allah Teâlâ yalnızca ilim verir. Bu insanlar duâ ederek, "Allah'ım! Bana da falanca gi­bi mal verseydin, onun gibi ben de hayır işinde sarf eder­dim." derler. Bu iki sınıf da (biri amelinden, diğeri de niyet, duâ ve gıptasından dolayı) sevap kazanırlar. Bir kısmına Al­lah Teâlâ mal verir, fakat ilim vermez. Bu insanlar mallarını cahillikle şer ve günahlarda sarf ederler. Bir kısmına da Al­lah Teâlâ ne mal, ne de ilim verir. Bu insanlar da, "Benim de falanca gibi malım olsaydı, onun gibi şer ve günahta kulla­nırdım." derler. Bu iki sınıf da günah kazanırlar." (Tirmizî, İbnu Mâce)
İnsanda hased uyandıran ve onu hased etmeye iten se­bepler çoktur. Başlıcaları ise şunlardır:
1- Buğz ve düşmanlık. Bir kimseye buğz ve düşmanlık eden, onun iyilik ve nimet görmesini istemez ve bundan rahatsızlık duyar. Buna karşılık belâ görmesine sevinir ve bundan memnun olur. Sorunları kaynaklarından çözen İs­lâm dini, bu yüzden müslümanlara buğz ve düşmanlık edilmesini menetmiş ve bunu haram saymıştır. Buğz ile ha­sedin birlikteliğini bildiren âyetlerden birinde şöyle buyurulmuştur: "Münafıklar, elinizdeki nimetin zeval bul­masından ve sıkıntı çekmenizden hoşlanırlar. Size karşı duydukları buğz ağızlarından (sözlerinden) da bellidir. Kalplerinde gizledikleri buğz ise daha büyüktür." (Al-i İmrân, 118)
Hased buğza eklenince düşmanlık duygusu kızışır ve hedef insana zarar verme arzusu doğar. Yeterli sebeplerle izah edilemeyen yıkıcı ve kırıcı hareketlerin altında bu şe­kilde kuvvetlenmiş düşmanlık duygusu vardır.
2- Nimet (ilim, mal, şöhret vs.) yüzünden etrafına kar­şı kibir ve gurur göstermek. Bir kimse bu şekilde kibir ve gurur gösterirse, bu gösterişten rahatsız olan onun sahip olduğu nimetin elinden çıkmasını temenni eder ve bazen fiilen de bunu için çalışır. Bu kötü sonuca yol açtığı için, nimetler yüzünden kibir ve kahr duyulmaması ve gösterişler­le etrafın hissiyatı rencide edilmemesi emredilmiştir. Allah Teâlâ bunun için Karun örneğini vermiştir. "O, süs ve gös­teriş içinde halkın karşısına çıktı. Kavmi onu uyarıp, "Böy­le baği olma! Çünkü Allah böylelerini sevmez." dediler. O dinlemedi. Allah da onu sarayı ve servetiyle birlikte yerin dibine geçirdi." (Kasas, 79-81)
3- Küçük görülen bir kimsenin elde ettiği bir nimetle saygı duyulması gereken bir noktaya gelmesi. Bazı kimse­ler, insanların eşitliğine inanmazlar. Bunlar, sahip oldukla­rı bazı imkânlar yüzünden diğer insanları kendilerinden küçük görürler ve bununla mutlu olurlar. Bu sebeple, bu insanlar da benzer imkânları kazanıp onların seviyesine gelince, buna fenâ hâlde kızarlar ve kıskançlık duyarlar. İs­lâm'ın insanların eşitliğini ısrarla vurgulaması bu kötülü­ğün de önüne geçmek içindir. Onun tanıdığı takva üstün­lüğü ise, kimseye üstünlük taslama hakkını ve keyfini ver­mez. Çünkü takva, aynı zamanda kendini herkesten aşağı görmek ve tevazu göstermek demektir.
4- Bir kimseyi sahip olduğu nimete lâyık görmemek. İnsanların neye lâyık olup neye lâyık olmadıklarını takdir ve tayin hakkını kendi kendisine veren birisi, bir kimseyi elindeki nimete lâyık bulmayınca onu kıskanır. Hakikatte ise, bu hak sadece Allah Teâlâ'ya aittir. Onun için, müşrik­ler, peygamberliğin zengin ve dünya ölçülerine göre şöhret bulmuş birisine verilmesi gerektiğini söyleyince, Allah Teâlâ şu âyeti indirmiştir. "Allah, peygamberliği kime verece­ğini sizden daha iyi bilir." (En’am 124) Kaldı ki, nimet her zaman mevcut liyakatten dolayı verilmez. O bazen de liyâkat kazanıl­masına yardımcı olması için verilir. Buna rağmen liyâkat kazanmak için bir çaba sarf dilmezse, o zaman nimet nimet olmaktan çıkar, azap vesilesi hâline gelir.
5- Rekabet. Aynı şeye talip olan insanlar, rakiplerini kıskanır ve onların kazanma şansına sahip olmalarından rahatsızlık duyarlar. Bu sebeple, kocalarının kalbine gir­mek isteyen kumalar, anne ve babalarının sevgisini kazan­mak isteyen kardeşler, hoca ve öğretmenlerin gözüne gir­mek isteyen talebeler, halkın teveccühünü çekmek isteyen mürşitler (âlimler, şeyhler ve diğer büyükler), iktidar ol­mak isteyen partiler, aynı işi yapan tüccarlar, aynı mesleği yürüten sanatkârlar birbirini kıskanırlar. Bazen de birbiri­nin meziyet ve imkânlarını yok etmek, hatta varlığını orta­dan kaldırmak için çalışırlar. Yusuf (as)’ın kardeş­leri bunun tipik bir misâlidirler.
6- Tek ve emsalsiz olmak arzusu. Her hangi bir mezi­yette, örneğin cesarette, ilimde, sanatta, güzellikte, ibadet­te, hitabette tek ve benzersiz olmak ve halk içinde bu şekil­de tanınmanın verdiği zevki yaşamak isteyen bir kimse, başka bir kimsenin kendi seviyesinde olmasından ve bu se­viyeye gelebilme ihtimalinden şiddetle rahatsız olur, onu kıskanır ve başını yemek ister.
7- Mücerret ruh bozukluğu. Âdi ve bozuk bir ruh taşı­yan bir kimse, yukarıda geçen sebeplerden hiç birisi bulun­madığı zaman da, başkalarının nimetini kıskanır. Böyle bir kimseye, her hangi bir insanın mutluluğundan bahsedildi­ği zaman kendisi mutsuz olur, mutsuzluğu anlatıldığı za­man da mutlu olur.
Bu yedincisi dışarıda tutulduğu takdirde, diğer kıskançlık sebepleri ancak bir birini tanıyan, birbirine yakın olan, aynı kulvarda yarışan kimselerde bulunur. Çünkü an­cak bunlar birbirlerinin maksat ve gayesi için yakın tehlike ve tehdit oluştururlar.
Şunu da belirtmek lâzımdır ki, kıskançlık ancak dünyaya ait işlerde olur. Ahiret işlerinde ise, kıskançlık olmaz. Çünkü bu alanda ne nefis, ne de şeytan yoktur. Bu sebeple, maksadı Allah rızasını kazanmak ve cennete gitmek olan bir kimse, aynı maksat için çalışan kimseleri kıskanmaz, aksine onları sever, destekler ve başarıları için duacı olur. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Onların kalplerinden kin (gibi kötü hisleri) çıkarıp attık." (A’raf 43) Bu itibarla, bir kimse ahi­ret işinde kıskançlık duyarsa, onun maksadının dünya ol­duğu, amelinde de riya bulunduğu anlaşılır.
Dünya işinde kıskançlık varken, bunun ahiret işinde bulunmaması ahiret işi için bir üstünlüktür. Ahiret işlerin­de kıskançlığın bulunmaması, aynı zamanda bu işlerle meşgul olan kimselerin daha rahat ve mutlu olmalarını da sağlar. Çünkü kıskançlık rahatlık ve mutluluğu bozan bir illettir. Bu mânayı kasdeden İbrahim İbni Edhem (ra) şöyle demiştir: "Biz sahip olduğumuz nimeti salta­nata değişmeyiz. Ve sultanlar bizim ne kadar rahat ve mut­lu olduğumuzu bilselerdi, bizim gibi olmak için saltanatı bırakırlardı."
Bil ki, hased kalbin büyük hastalıklarındandır. Kalbin hastalıkları ise ancak ilim ve amelle tedavi edilebilirler. Hased hastalığını tedavi eden ilim, hasedin hem din, hem de dünya açısından sahibine zarar verdiğini, hased edilen kim­seye ise zarar vermediğini, hatta fayda verdiğini tahkiki bir şekilde bilmektir.
Hasedin din açısından zarar vermesi, onun Allah Teâlâ'nın takdir ve taksimine (tasarrufuna), adâlet ve hik­metine itiraz etmek anlamını taşımasıdır. Bu şekildeki bir itiraz ise iman ve tevhidi ciddî bir surette zedeler. Buna ilâ­ve olarak hased, müslümanlar için vacip olan iyilik isteme­nin terk edilmesi ve haram olan kötülük isteminin yaşanmasıdır.
Hased, insanlara hep iyilik dileyen ve kendileri de iyi­lik bulan peygamberlerin ve sâlih müminlerin huyunun bı­rakılması, dünya ve ahiret rüsvalığına mahkûm olan İblis ve onun izinde giden kâfirlerin huyuna sahip çıkılmasıdır. Hepsi de kalbe yerleşen büyük günahlar olan bu durumlar, ateşin odunu yakması gibi sevapları yakar ve gecenin gün­düzü karatması gibi kalbi karartırlar.
Hasedin dünya açısından zarar vermesi ise, hased eden kimseyi devamlı surette gam, keder ve ıstırap içinde bırak­masıdır. Bu kimse, hedef kişide bir nimet gördükçe kahro­lur, ondan bir belânın kalktığını öğrendikçe de yıkılır. Baş­kasının zarar görme isteği olan hased, böylece, ters dönüp kendi sahibine zarar verir. Hased böyle yaptığı için, onun günah olmasından çekinmeyen inançsız kimselerin bile, ondan iğrenmesi ve şiddetle uzak durması akıl ve maslahat gereğidir.
Hasedin hased edilene zarar vermediğini söyledik. Çünkü, o sahibinin kalbinde kötü bir istek ve rahatsızlık hâlinde kaldıkça, ötekine zarar vermez. Kötü bir fiile dönüşmesi hâlinde ise, zahire göre ona zarar verdiği görülse bile, hakikatte kaderde yazılan ve olması gereken şey olur. Hasetçi ise sadece buna sebep olur ve sorumluluğunu üst­lenir. Kaderin hükmü ve miadı insanlar tarafından değiştirilemediği için Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Allah sana bir zarar dokundurursa, onu ancak kendi­si kaldırabilir. O, sana bir iyilik isterse de kimse O'nun iyi­liğini önleyemez." (Hûd, 107), "Onlar Allah’ın nurunu üfleyerek söndürmek isterler. Fakat, kâfirler hoşlanmasalar da Allah nurunu tamamlayacaktır." (Tevbe, 32; Saff, Onun için şöyle denilmiştir:
Takdir-i Hudâ kuvvet-i bazu ile dönmez.
Bir şem'a ki Mevlâ yaka üflemekle sönmez.
İnsanların kötü duâ, istek, temenni ve hasretleriyle ka­derin değişip nimetlerin zeval bulmaması Allah Teâlâ'nın bütün insanlara bir lütfudur. Çünkü bunlarla kader değiş­se ve nimetler zevâl bulsaydı, hiç kimsede nimet kalmaz, dünyada sadece belâ kalırdı. Çünkü insanların büyük ço­ğunluğu birbiri için kötü temennilerde bulunur ve birbiri­ne hased ederler.
Hased edilen kimsenin hasetten fayda görmesi ise, ha­setçinin onu gıybet etmesi ve onun aleyhinde çalışması gi­bi kötülüklerin ona sevap hâline gelmesi ve hasetçinin se­vaplarını ona kazandırmasıdır. Hasedin bu fayda cihetini göz önünde tutan bazı kimseler, hasetçilerinin çok olması­nı temenni etmişlerdir. Bazıları da onların azap çekmeleri için çok yaşamalarını istemişlerdir. Bir şâir, hitap ettiği bir zata şöyle demiştir:
Düşmanların ölmesinler, uzun yaşasınlar
İkbâlini hep görüp de dâim kahrolsunlar
Nimet sebebiyle sana hep hased edilsin
Nimette olduğun bununla ispat edilsin.
Hased etmek yanlış olduğuna göre, doğru olan, mü­minlerin nimet ve iyilik görmelerine sevinmek, hizmet ve faziletlerinden dolayı onları sevmektir. Bu şekilde sevmek ve sevinmek hem kalbe rahatlık ve mutluluk verir, hem de kişiye sevap kazandırırlar.
Bir adam, "Ya Rasûlullah! Kişi bir kavmi sever, fakat ilim ve ameliyle onların seviyesine çıkamazsa hâli ne olur?" diye sordu. Allah Rasûlü (as), "O kişi sevdiği o kimselerle beraberdir." buyurdu. (Müttefekun aleyh) Bu o de­mektir ki, insanın derecesini yükselten sebeplerden birisi, hatta en önemlilerinden bir tanesi iyiliği ve iyileri sevmek­tir. Onun için Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur:
"Ya âlim ol, ya ilim öğrenen ol, ya da bunları seven ol." Bu hadiste, ilmi sevmenin ilim sahibi olmak derecesinde olduğu bildirilmiştir. Allah Rasûlü’ne nisbet edilen bir söz­de de şöyle denilmiştir: "Cennet ehli üç kısımdır. Bunlar fi­ilen iyilik yapanlar, iyilik yapanları sevenler ve bu iki kıs­ma karşı kötü bir his beslemekten sakınanlardır."
Hiç şüphesiz ki, hased eden insan, bu üç kısmın dışın­dadır. Çünkü o ne iyilik eden, ne iyilik edenleri seven, ne de bunlara karşı kalbini temiz tutandır.
Hased, geri tepen bir silâh olduğu için, hasetçinin baş­kası için temenni ve arzu ettiği kötü hâl, kendi başına gelir.
Allah Teâlâ, "Kötü hile kendi sahiplerini bulur." (Fâtır, 43) buyurmuştur.
Hased hastalığını tedavi eden amel ise, hedef insanı methetmek, ona sevgi ve ilgi göstermek, kendisine yardım etmek ve iyilikte bulunmaktır. Bunları yapmak, acı bir ila­cı içmek gibi nefse zor gelir; ancak memnuniyet verici bir sonuç ortaya çıkarır.
İlim ve amelden oluşan bu genel tedavi yanında, hase­di doğuran özel sebep üzerinde durmak ve onun yanlış ol­duğunu düşünüp ondan sakınmanın gerektiğine karar ver­mek lâzımdır.
Onun için, örneğin, hasedin sebebi buğz ise, müslümanlara karşı buğz değil, sevgi beslemenin gerektiğini, on­ları sevmek için iman başta olmak üzere çok gerekçelerin bulunduğunu, onlardaki bütün olumlu yönleri bir tek olumsuz hâl ve harekete feda etmenin adâlet prensibine uymadığını, her şeyden evvel ve sonra yaratıkları Yaratan­dan ötürü sevmenin ibadet olduğunu düşünmek gerekir. Bunlar düşünülünce de, buğzdan ve onun sebep olduğu hasetten kurtulmak kolaylaşır.
Hasedin üç derecesi vardır.
Birinci derecesi, kendi kendine oluşan ve kalpte irade dışında duyulan kıskançlık meylidir. Bu meyil, bazı insan­ların tabiat ve yaratılışından gelir. Ancak, sahibi bundan ra­hatsızdır ve onu duymak istemez. Bu meyil, yaratılıştan geldiği ve iradenin dışında kaldığı, sahibi tarafından da is­tenmediği için sorumluluk taşımaz.
İkinci derecesi, tabiat ve yaratılıştan gelen kıskançlığın irade ile benimsenip kuvvetlendirilmesidir. Kişi bu derecedeki kıskançlık meylinden rahatsız değildir, memnundur, ancak yine de onu fiil hâlinde açığa çıkarmaz. Bu hased ira­deye taalluk eden yönüyle günahtır.
Üçüncü derecesi ise, bu hissin dil veya fiil ile ortaya çı­karılmasıdır. Bu hasedin tam şeklidir. Günahı da tamdır.
Şu da bilinmelidir ki, birinci derecedeki hased, yukarı­da anlatılan tedavi yöntemiyle etkisiz hâle getirilmezse, gi­derek güçlenip üçüncü dereceye kadar çıkar ve sahibi için bir günah makinesi hâline gelir. Çünkü hisler devamlı ol­dukları için, makine gibi çalışıp devamlı sevap ve günah üretirler.
 
   
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol